MEME KANSERİ TARAMALARININ 40 YAŞA ÇEKİLMESİ DOĞRU MU?

Yazı Fontunu Büyült Yazı Fontunu Küçült Yazı Fontunu Sıfırla
mammography c

Medyada bugün “Meme kanseri taramalarında yaş 40’ a çekildi” başlıklı bir haber vardı (1).

Vatana, millete ve kadınlarımıza hayırlı olsun!

Bu sayede meme kanseri teşhisi konan kadınların sayısında büyük bir artış olacağına hiç şüphe yok ama bu, o kadar da önemli değil.

Meme kanseri taramalarında asıl mühim olan “meme kanseri teşhis edilen kadınların sayısının artması değil, meme kanserinden ölümlerin azalıyor” olmasıdır.

40 yaşından itibaren başlayan taramalar, başka kadınların zarar görmesine yol açmadan mortaliteyi (ölümleri) azaltıyorsa mesele yok fakat durumun pek de öyle olmadığını ortaya koyan pek çok araştırma var.

Her şeyden önce, taramaya davet edilen kadınlarımıza yaşı kaç olursa olsun şu hatırlatmaları mutlaka yapmak gerekir (2):

BİR: İdeal şartlarda yapılan standart mamografilerin yüzde 20 kadarında memede kanser olsa bile bunun tespit edilmeyeceğini.

İKİ: Kaliteli görüntüler sağlamak için her gün yapılması gereken testlerin mamografi cihazlarının sadece %7 ‘sinde yapıldığını.

ÜÇ: Merkezlerin yüzde 20′sinde mamografi cihazlarının servis bakımlarının bile hiç yapılmadığını.

DÖRT: Radyologların yüzde 70′inin kendi değerlendirdikleri mamografilerde görüntü kalitesinin kötü olduğunun farkında olmadıklarını.

BEŞ: Ülkemizde meme radyolojisinde ileri düzeyde uzmanlaşan radyolog sayısının parmakla sayılacak kadar az olduğunu.

Mamografi taramaları faydadan çok zarar veriyor olabilir mi?

Artık şunu iyice biliyoruz ki: Mamografiler meme kanserinden ölümleri “çok az azaltıyor” ama aşırı teşhisin zararları daha önce sanılanın aksine çok daha fazla.

Taramaların az sayıda kadının hayatını kurtardığını reddeden yok ama çok fazla kadının bu yüzden gereksiz tedaviler görmesi de olayın bir başka boyutu.

New England Journal’ da yayınlanan yeni bir araştırmada hiçbir şikâyeti olmayan kadınlarda meme kanserinin erken teşhisi için rutin olarak uygulanan mamografilerin USA’ da son otuz senede ‘1 milyon kadına gereksiz tedaviler uygulanmasına’ sebep olduğu belirlendi.

Araştırmanın yazarlarından Welch, tarama taraftarlarının halkı kandırdığını iddia ediyor:

Birincisi, mamografi ile meme kanseri teşhis edilen her kadının hayatının kurtulduğunu söylüyorlar ama bu doğru değil. Bunlar esasında aşırı teşhis kurbanlarıdır.

İkincisi, meme kanserinden ölen bir kadının hayatı kanser erken teşhis edilseydi hayatı kurtulabilirdi diyorlar ama bu da gerçek dışı. Gerçek şu ki meme kanserli kadınların az bir kısmı erken teşhis edilse de bir şey fark etmiyor.”

Mamografi aşırı teşhislere sebep oluyor

On sene süreyle yılda bir taramaya giren kadınların yüzde 20-50’ sinde “yanlış bir alarm” tespit ediliyor ve yüzde 5-20’ sinde kanseri ekarte etmek için biyopsi yapılması gerekiyor.

Taramaların en önemli zararı “aşırı teşhis”! Bu, bir kadına ya kendiliğinden kaybolacağı veya çok yavaş büyüyeceği için hiç zarar vermeyecek bir kanserin teşhis edilmesi demek.

Bu zararsız kanserler yüzünden birçok kadın radyasyon alıyor, kemoterapi yapılıyor ve hatta ameliyat ediliyor, memesini kaybediyor. Oysa bunların tümü de gereksiz (4).

Meme radyolojisi uzmanı ne diyor?

Meme radyolojisi uzmanı Prof. Dr. Ayşegül Özdemir şunları söylüyor (5):

Türkiye’de her gün binlerce kadına gereksiz yere meme biyopsisi yapılıyor!

Binlerce kadın ise kalitesiz olduğunu bilmedikleri taramalarını gereğinden bile sık yaptırmanın huzuruyla, memelerinde kanserle yatıp kalkıyor!”

Gelelim neticeye

Meme kanseri taramalarına kesinlikle karşı değilim ama “kalitesiz” mamogramlarla, “plânsız-programsız” yapılmasını doğru bulmuyorum.

Şunları söylemeyi üstüme vazife biliyorum:

BİR:
Ülkemizdeki mamografi aletlerinin teknik özellikleri, mamografi çekenlerin eğitim ve tecrübesi, mamografilerin kalitesi, değerlendirmelerin güvenilirliği konusunda ciddi endişelerim var.

İKİ: Taramaya davet edilen kadınlara “aşırı-teşhis” ve ”aşırı-tedavilere” maruz kalabilecekleri ve bunların zararları anlayabilecekleri şekilde açıklanmalı ve taramaya katılıp katılmayacaklarına kendileri karar vermelidir.

ÜÇ: 50 yaşından itibaren 2 senede bir yapılan taramaları daha doğru buluyorum.

KAYNAKLAR

1. http://www.aksam.com.tr/meme-kanseri-taramalarinda-yas-40a-cekildi–153194h.html

2. http://www.ahmetrasimkucukusta.com/2012/09/28/etibba-diyor-ki/turkiye-de-mamografi-taramalari-rezaleti/

3. http://www.nejm.org/doi/full/10.1056/NEJMoa1206809?query=featured_home

4. http://www.bmj.com/content/345/bmj.e5132

5. http://www.ahmetrasimkucukusta.com/2012/09/28/etibba-diyor-ki/turkiye-de-mamografi-taramalari-rezaleti/

Yazı için 1 yorum yapılmış:

  1. galip altıntaş dedi ki:

    Kanser Gerçekleri

    Bu yazıyı herkes için özellikle hasta ve hasta yakınları için kaleme aldım. Sonuna kadar okunması belki birçok konuda fikir sahibi olmanızı sağlayabilir.

    Aslında söylemek ve yazmak istediklerimin ancak %20’sini aktarabileceğimi bilmenizi isterim. Çünkü sizlere gördüğüm fotoğrafın bütününü aktarırsam muhtemelen 9 şiddetinde bir depreme sebebiyet verebilirim. Çünkü benim ülkemde her doğru her zeminde söylenemiyor. Bu yıl ortalarında bir onkoloji profesörü “Konuşursam yer yerinden oynar” demişti, unutmayalım. Sorulması gereken o kadar çok soru ve verilmesi gereken bir o kadar cevaplar var ki, işin içinden çıkılır gibi değil. Orta da dönen oyunları bugün çözmeye kalksanız muhtemelen 25 yılı alır. Ülkemizde bir tedavi Kaosu var, maalesef. Bu Kaos hem alternatif hem de medikal olarak yaşanmaktadır. Kimin ne tarafı işine gelirse o tarafından kurcalanıyor. Bir tarafı batırıp diğer tarafı çıkartma mücadelesi. Aslında rezaletin boyutlarını kimse tam olarak ortaya dökemiyor. Vatandaşın kafasını karıştırmaktan öteye bir sonuç yok.

    Bazı bitki bilimciler kanal kanal gezip bir şeyler anlatıyor. Onu ye bunu yeme, yersen şu olur yemezsen bu olur. Doktorlar da bölünmüş durumda, bazıları illa da medikal tıp ve ilaçlara sarılıyor, bazı doktorlar da aslında bu işin paraya döküldüğünü tedavinin tamamen parasal nedenlerden ötürü enteresan bir sektöre dönüştüğünü anlatıyor. Bazı doktorlar bitkisel bir çark oluşturmuşlar onlar ayrı bir terane de. Ortada o kadar çok yanlış konuşmalar ve fikir ayrılıkları var ki ortak bir noktada buluşabilmek imkansız. Galiba ortak bir nokta arayışı da yok. Herkes pastadan bir pay kapma derdinde. İlaç firmaları bir yandan, bitkisel sektöre bakıldığında orada rant görenlerin çabası bir yandan…

    Biz dahil bu ülkede ciddi üretim tesisi sayısı üçü beşi bulmaz. Bu kadar ürün, firma ve tellaklar bu ürünleri nereden bulmuşlar. Yüzde 80’i yurtdışı ne olduğu belli olmayan tipte ürünler. Zaten sektörümüzün de %80’ninin şarlatan olduğunu hepimiz bilmiyor muyuz? Bu şarlatanlık ürkütücü ve tehlikeli ancak tek şarlatan ve ürkütücü olan bu taraf olsa. Ya diğer taraf… Orada dönen rantsal olaylar, yanlışlar ve ürkütücü sonuçlar. Orası da burası da birbirinden aşağı değil. Maalesef ülkemizde “Kral çıplak!” demek de çok kolay değil. Bizler sorumluluk sahibi insanlar olarak bazı adımlar attık. Amacımız sağlık sektöründe ve şarlatanların bol olduğu bu dünyada sağlam ve kalıcı çizgi oluşturmaktı. Ülke insanımızın buna ihtiyacı vardı. Çünkü herkesin doğru söylediğini iddia ettiği bu karmaşada yanlış neredeydi. Ülkemizin sağduyulu insanları, vatanseverleri, milletini ve geleceğini düşünenleri, sorumluluk sahipleri, akademisyenleri, bu ülke ve insanlarımız için bir şeyler yapmaya çalışanları, vardır düşüncesi ile kendi çapımızda büyük bir mücadele verdik. Sonuç ne oldu biliyor musunuz?

    Kocaman bir HİÇ…

    Bu yazıyı tam 5 yıllık bir mücadele sonucunda kaleme aldım. Çünkü bildiklerimizin bir kısmını da olsa bilmeniz gerektiğini düşündüm. Belki bu bir umutsuzluk ya da yorgunluk belirtisidir.

    Sizlere anlatılacak o kadar çok şey var ki….

    2008 yılında bitki ekstraktları üretim tesisini kurduğumuzda doktor, eczacı, kimyager ve diğer kadrolarımız ile oldukça umutlu bir süreç hayal edebiliyorduk. Çünkü ülkemizin buna ihtiyaç duyduğunu biliyorduk. Firmamızın adını İMMU-NAT olarak belirledik. “IMMUne System” ve “NATurel”in kısaltmalarıydı. İlk tepki N….. isimli bir ilaç birmasından geldi. Türk Patent Enstitüsüne itiraz ederek bu ismin bize verilmemesi için uğraştı. Lakin muvaffak olamadı. IMMU-NAT isminin Türkiye ve Avrupa da marka tescilini yaptık. İki yıl sonra ise Tuğçe isimli bir bayan bizi ziyaret ederek yeni geliştirdiğimiz iki önemli çalışmayı piyasaya anlatmak ve arz etmek için talepte bulundu. Kendisi onkoloji ilaçlarını pazarladığını ifade etmişti. Kısmen de olsa çalışmalarımız ve hedeflerimiz hakkında bilgi sahibi oldu ve gitti. Kendisine 10 gün boyunca hiçbir şekilde ulaşamadık. Bıraktığı telefon numaraları hiç cevap vermedi. Kısa bir araştırmadan sonra bu bayanın ismimize itiraz eden bu ilaç firmasının onkoloji ilaçları araştırma ve geliştirme bölümünde çalıştığını öğrendik. Bunu öğrendiğimizde aslında sevindik. Belki güzel bir şeyler çıkabilir mi diye tabi bu bilimsel düşüncelerimiz 1 ay içerisinde yerle bir oldu. Çünkü, önemli iki kurumumuza şikayetler ve baskılar neticesinde bu çalışmalarımıza ait isimlerin ve açıklamaların tamamen kaldırılması yönünde uygulamalar gördük. Çaresiz denileni yaptık tabiî ki. Böyle karterler ile bizim mücadele edebilmemiz ne mümkün.

    Bir gün kırılmaz bir çay bardağı yapmanız olası ise, sakın yapmayın. Çünkü, bardak kırılmak zorunda. Dünyaya şu anki 7 milyar nüfusun çok fazla olduğu düşüncesinde olanlar var. Ya 50 milyar olursa ne olacak diye endişelenenler de ayrı.

    Hani şu televizyonlarda gördüğümüz bitkici, doktor, profesör, akademisyen veya benzer görüntüler, bildiğiniz veya bilmediğiniz, gördüğünüz ya da görmediğiniz bu ülkedeki bu insanlara ulaşıldı. Hepsine bitki ekstraktları, Dünya da yapılmış çalışmalar, ürünler ya da yapılması gerekenler hakkında fikirler paylaşıldı. Gerek bitkisel dünya ile ve insanlarımızı daha iyi bir noktaya taşıyabilmek için. Sonuç yine kocaman bir HİÇ. Hepsi zaten bir yol tutturmuş gidiyor. Hallerinden memnunlar. Bu ülkede yetişen orijinal tıbbi bitkiler ve özgün mücadele ile ilgileri bile yok. İçlerinde cidden medikal profesörlerde var. Hele bir tanesinin verdiği cevap oldukça enteresan. Biz kendisi ile bu ülke adına neler yapılabiliri konuşurken enteresan bir cevap verdi. “Çocuklar siz benim televizyonlara çıkıp bağırıp çağırdığıma bakmayın. Ben egomu tatmin ediyorum, ortalığı karıştırıyorum. Sonra karşısına geçip keyif alıyorum.” İşte cevap buydu. Yine Türkiye’nin çok önemli ve büyük hastanelerinden biri ile 4-5 kez karşılıklı görüşmeler yapılmıştı. Aslında görüşmeleri ilk onlar başlattı. Alternatif tedaviler üzerine bir yer kurmayı planlıyorlardı. Sonradan vazgeçtiler. Ben kendilerine ısrarla bu çalışmalarımızı bir zemine oturtalım dediğimde bana ; ” peki biz bu kadar makineyi, cihazı ne yapacağız.” Cevabını verdiler. Bu son görüşmemiz oldu.

    2007 yılında eski Sağlık Bakanlarımızdan Halil Şılgın bey beni Ankara’ya özel olarak davet etti. Kalabalık bir toplantı yapıldı. O dönemlerde ülkemiz dahil Dünya’nın dört bir tarafından hastalar Çin’e akın ediyordu. Hatta bunlardan biri de yine eski Sağlık Bakanlarımızdan Yıldırım Aktuna idi. Halil Şılgın bey bana insanların ,Çin’den daha çok kendi ülkemizde çözüm bulabileceklerini ve bunun için büyük bir tesis gerektiğini söyledi. Ve bu tesis için gerekli olan planlarını anlattı. çok güzel ve ihtiyaç duyulan bir projeydi. Bu projeyi bizim üstlenmemizi ve bizim başarı oranlarımızın %25’inin bile kriterlerin üzerinde olduğunu ifade etmişti. Gurur duydum ve cidden birileri bişeyler yapmaya çalışıyorlardı. Ama maalesef sizinde tahmin edebileceğiniz gibi bu projeyi de hayata geçiremediler. Atatürk ne demişti ; “Dahili ve harici bedhahtların olacaktır”. Biz hariciler ile mücadele edebilsek dahi, dahilileri ne yapacağız. İçimizdeler ve çok da masum görünüşteler.

    Bir de paçamızdan çekiştirenler var ya…

    Ülkemizde bir de böyle kötü bir alışkanlık var. Eğer doğru bir şeyler yapıyorsanız işiniz çok zor. Çünkü eğriler rahatsız oluyor. Ya birilerinin oyunları bozulacak endişeleri ya da yalanları ortaya çıkacak korkuları. Başlıyorlar yavuz hırsız rolünü uygulamaya. Hakkınızda öyle atıp tutuyorlar ki… Sağ da solda kendi kaşıkçılarına öyle şeyler yazdırıyorlar ki şaşırırsınız. Üstelik bu çirkin döngünün içerisinde sadece şahıslar değil, odalar, kurumlar, bazı TV kanalları, sözüm ona bazı sağlıkçılar gibi bu liste uzar gider. Birileri ilim, bilim, teknoloji, modern yöntemler ile göz boyamaya, birileri İslam dinini ve Allah olgusunu dillerinden düşürmeden bitkileri anlatarak vatandaşa damardan girmeye çalışıyorlar. Maalesef ülkemizin trajikomik bir tablosu var. Neyin yasaklanıp neyin yasaklanmamasına karar veremeyenler, her şey yasak diye işin içinden çıkmaya çalışıyorlar. İyinin ve kötünün ayırt edilebilmesi için bir çaba yok. Siz bu Dünyada kötülerin yada kötülüklerin hiç yok edilebildiğini gördünüz mü? Olan yine arada bir şeyler yapmaya çalışanlara olmuştur. Medya da her şeyin konuşulduğu gibi bir tablo var ama aslında hiçbir gerçek konuşulmuyor. Asla bir sonuca bağlanmayacak tartışmalar her zaman gündemde kalır. Zaten istenilen de bu. Tavuk mu yumurtadan çıkar yumurta mı tavuktan hikayesi.

    Oysa şu gerçekleri hiç ortada tartışan yok;

    Dünyada en yüksek kanser artış oranı olan ülkelerden birisiyiz. Neden?
    Zamanında bir Çernobil muhabbeti vardı. Her şeyi onun üzerine yıktılar. İyi de bu Çernobil faciası bir ülkeyi mi etkiledi. Yoksa birileri Çernobil’i fırsat mı bildi?
    Karadeniz’e atılan binlerce kimyasal atık varillerini
    Ülkemizde kok kömürü diye yıllarca satılan bir kimyasal atık olan maddeleri
    Her yıl onlarcası toplatılan ilaç gerçeğini
    Avrupa da zorunlu cerrahi operasyon sayılan sezeryanın Türk kadınlarına empozesi
    Tüp bebek tedavisi için uygulanan hormon ilaçlarının ve osteoporoz döneminde kullanılan ilaçların kadınlar üzerindeki etkilerini
    Okul kantinlerinin içler acısı durumunu
    Neden çocuklarımızın artık hasta olarak doğduğunu
    Kolesterol ilacı kullanan erkeklerimizin hemen peşinden cinsel gücü arttıran ilaçlara mahkum edildiğini
    Ülkemizin bir ilaç deneme tahtası haline getirildiğini
    Ülkeyi idare edenlerin neden 5 çocuk yapın dediğini Ve bunun gibi birçok gerçeği kimse sorgulamıyor ve kimse merak etmiyor mu?

    Birçok kişi eminim şu hikayeyi bilir…

    “Hz. İbrahim (a.s.)’i ateşe atarlar. Herkes Hz.İbrahim(a.s.)’in yanışını seyrederken bir karınca ellerinde iki küçük su kabı ile bu yangına koşar. Etrafındakiler alaycı bir tavırla böyle bir yangını senin taşıdığın küçücük su kabı söndürebilir mi? Derler. Karınca su taşımaya devam ederken şu cevabı verir. Evet bu yangını söndüremeyeceğimi bende biliyorum. Ama en azından safımı belirlerim. ” Bu hikayeyi yazmamın nedeni iki köşe yazarımıza teşekkür içindi. Bir zamanlar Vatan gazetesi köşe yazarı olan sayın Aydın Ayaydın ve Sayın Hıncal Uluç beyin haftada bir köşesinde yazan Sayın Güneş Tecelli’dir. Çünkü onların yazıları ile de belki yangın sönmeyecekti. Lakin saflarını ve yüreklerini insanlık adına ortaya koymuşlardı.

    Domates Mi Salça Mı?

    Ülkemiz de GDO’lu gıdalar listesine dikkat çekmek lazım. GDO ( Genetiği Değiştirilmiş Organizma ) , yani insanın bilerek bazı sebze, meyve ve tahıl ürünlerinin genetik yapısı ve kodları ile oynaması sonucu oluşan organizma.

    Bir domates tohumunun büyüklüğünü biliyor musunuz ?

    Oldukça küçüktür. Hatta gözleri iyi göremeyen biri neredeyse bir domates tohumunu bile göremez.

    Peki bu kadar küçük bir tohumun 35 kg. domates verebildiğini biliyor muydunuz ?
    Ya bu tohumun 50 gramının 50 gram altından daha pahalı olduğunu,
    Peki bu tohumdan elde edilen domateslerin içerisinde verimli tek bir tohum bulunmadığını,
    Yetiştirildiği toprağın bile yapısını bozduğunu,
    Bu tohumların dünyada 3 ülkenin tekelinde olduğunu, ve
    Bu tür GDO’lu gıdalar çokça tüketildikçe insan bedenindeki yazılımların ve kodların nasıl etkilenebileceğini.

    Ya Yaradan kainatı ve insanlara nimet olarak yarattıklarında bir kod hatası yaptı da bu ülkeler bunu değiştiriyorlar ya da bu işin içerisinde başka işler var. Ve dikkat edilirse GDO konusu insanların günlük hayatta en çok tükettiği gıda gruplarında planlanmış. Bunlar yetmiyormuş gibi bir de hormon enjekte ediliyor, üstüne de zirai ilaçlar. Vay halimize…

    Biliyor musunuz, köylerde eskiden bir sebzeyi çeşme suyu ile bile sulamazlardı. Kaynak suyu kullanırlardı. Çünkü çeşme suyunu doğal kabul etmiyorlardı. Gelelim oyunun diğer tarafına; televizyonlarda sabah akşam domates tüketin çok yararlı diyenler var. Bu millet sağlam domatesi nereden bulacak?

    Bizler aksine birçok kişiye salça tüketmenin daha faydalı olacağını hep söyledik. Çünkü salçalık domatesler köylümüzün kendi çabaları ile ucuza mal edilen, belki yüzüne bile bakılamayacak kadar kötü bir taraftan geliyor. Ama en azından daha güvenli ve konsantre…

    20 kg. domates tüketeceğinize her sabah ailece birer dilim salçalı ekmek yemeniz daha hayırlıdır.

    Şaşıracaksınız ama bir konu daha var. Biz böyle dedikçe birileri hemen ayaklanıyor. Dur bakalım sen bu salça için bunları söylüyorsun ama salça hakkında akademik, klinik araştırma ve literatür var mı? Salçayı ilaç yerine koydunuz. Sağlık Bakanlığından ruhsatı var mı? Bunu doktor mu reçete ediyor…

    Eh yuh artık bir de eczanelerde satalım da tam olsun. Şaşırmayın oraya doğru gidiyoruz. Bizleri susturmak yada sizleri yanıltmak için ellerinden geleni yapanlar içimizde…

    Sigara Fenomeni

    Son zamanlarda televizyon ve radyolarda sigarayı bırakma kampanyası, “Alo sigara bırakma hattı”, sigara içip akciğer kanseri ve KOAH olanların canlı görüntüleri ve bunun gibi birçok reklam kampanyası yürütülmekte. Hatta artık cep telefonlarımıza bile mesaj ve arama yolu ile de ulaşılmakta. İlgili bakanlık öyle büyük ve başarılı kampanya başlattı ki gerçekten takdir etmek gerekiyor. Lakin şöyle düşünmek gerekmiyor mu?

    Son 10 yılda Tarım Bakanlığı’nın negatif bitki listesine çörek otu bile dahil 250 bitki girdi. Yani bu ülkede bu 250 bitkiden mamul yapılamaz. Peki tütün bitki değil mi? Tütünü neden negatif bitki listesine alamıyorsunuz?

    Peygamber efendimiz (a.s) çörek otu her derde deva demiş. Ama yine de negatif bitki listesine girdi. Bu ülkeyi idare edenler kendi ağızlarıyla sigaranın pis bir illet olduğunu söylüyorlar, kapalı alanlarda sigara içimini yasakladılar, büyük bir kampanya başlattılar ve çok da iyi yaptılar. Elden gelen bu kadar demek ki.. Yoksa tütünü de negatif bitkiler listesine alabilselerdi, bu ülkede kimse sigara imalatı yapamazdı. Sigara reyonları çocukların jelibon reyonlarından daha çekici hale geldi.

    Sigara imalatı denetimi gibi bir şey var mı?
    İçlerine konan kimyasallar yada soslar sorgulanıyor mu?
    Neden son 20 yılda akciğer kanseri vakalarında artış izlenmekte?
    Akciğer kanseri artış oranları “Tekel”in özelleştirilmesinden önce ve sonra da aynı mı?

    Soru çok merak da çok… Bu mücadelede bu millete bir iyilik yapılması isteniyor ise tütünü de negatif bitki listesine koyun iş bitsin. O zaman otomatik olarak yasaklı bitki konumuna düşer. Tabiî ki bunun imkansız olduğunu hepimiz biliyoruz. Yine tek çıkar yol, yoğunlaştırılmış “Sigarayı bırak” kampanyaları… Çünkü bu sorunun adı resmen MADDE BAĞIMLILIĞI…

Siz de yorumunuzu paylaşın: