MEDİKAL DİKTATÖRLÜĞÜN İZİNDE
Sabah gazetesinde Ferhat Ünlü‘ nün yazısı:
SARS-CoV-2, nam-ı diğer Kovid-19’un kimliği:
Ailesi: Koronaviridae
Cinsi: Betakoronavirüs
Alt cinsi: Sarbecovirüs
SADS-CoV’un kimliği: (Daha yayılmadığı için -aman yayılmasın da!- henüz namı yok)
Ailesi: Koronaviridae
Cinsi: Alfakoronavirüs
Alt cinsi: Rhinacovirüs
İlkini çok iyi tanıdığınız bu virüsler, 2 alt familya, 5 cins, 23 alt cins ve yaklaşık 40 türden oluşan bir büyük familyanın yalnızca iki üyesi. Biz bugün Üç Boyutlu Portre’de Aralık 2019’dan beri muhatabımız olan Kovid-19 değil, ikinci virüsle ilgili ‘dumanı üstünde küresel şayialar’ ekseninde yeni bir kavram ortaya atıp onu tartışacağız. Ortaya atacağımız kavram ‘medikal diktatörlük‘. Yazıda şu kritik sorunun cevabını bulmaya çalışacağız: Dünya bir medikal diktatörlükler çağına doğru mu gidiyor?
Önce Proceedings of the National Academy of Sciences (PNAS) dergisinde yayınlanan taze bir makale üzerinden şu ikinci görünmez düşmanı tanıyarak işe koyulalım:
PNAS’ta 12 Ekim’de yayınlanan makale ABD Kuzey Caroline Üniversitesi’nden bir grup bilim insanının araştırmalarını kapsıyor. Bu bir grup araştırmacı, müstakbel bir pandemi konusunda dünyamızı uyarıyorlar!
Zira 2016 yılından beri Çin‘de domuzları enfekte eden ve hayvanlarda şiddetli ishale neden olan yeni bir koronavirüs türünün insanlara da bulaşabildiğini keşfetmişler. Bu virüs (SADS-CoV) yarasalardan domuzlara, domuzlardan da insanlara geçiyor.
Bu virüsün sebep olduğu hastalığın tam adı: Swine Acute Diarrhea Syndrome Coronavirus, yani Domuz Akut İshal Sendromu Koronavirüsü.
Bu hastalık at nalı yarasalarının dışkıları yoluyla domuzlara bulaşıyor. Ve Kovid-19’un yaşlı insanları daha fazla etkilemesinden farklı olarak, genç domuzları enfekte ediyor ve yüzde 90 ihtimalle de öldürüyor.
Dergide yayınlanan makalenin tamamını okudum. Başlığı şu: Domuz akut ishal sendromu koronavirüsünün birincil insan hücrelerine kopyalanmasının muhtemel bulaşma yatkınlığını ortaya çıkarması.
Araştırmada imzası olan bilim insanları şunlar: E. Edwards, Boyd L. Yount, Rachel L. Graham, Sarah R. Leist, Yixuan J. Hou, Kenneth H. Dinnon III, Amy C. Sims, Jesica Swanstrom, Kendra Gully, Trevor D. Scobey, Michelle R. Cooley, Caroline G. Currie, Scott H. Randell ve Ralph S. Baric.
Bu isimlerden en sonda okuduğunuz epidemiyolog Ralph Baric diyor ki;
“Birçok araştırmacı; Kovid-19, SARS ve MERS gibi betakoronavirüslerin yol açtığı hastalıklara odaklanıyor. Ancak alfakoronavirüsler gözardı ediliyor. Aslında alfakoronavirüsler, türler arasında hızlı bir şekilde atlama potansiyelleri göz önüne alındığında, insan sağlığıyla ilgili daha büyük olmasa da eşit derecede tehdit oluşturuyor.”
Araştırmacılardan biri olan E. Edwards, “SADS-CoV’nin geniş konakçı yelpazesi ile insan hücrelerinde çoğalma yeteneği birleştiğinde ortaya çıkması potansiyel bir risk oluşturuyor” diyor.
Bu ekip, araştırmaları kapsamında çeşitli insan hücre türlerine SADS-CoV’u enfekte etmişler. Ve sonunda birincil akciğer ve bağırsak hücreleri dâhil insan hücrelerinin bu virüsün enfeksiyonuna duyarlı olduğunu keşfetmişler.
‘İKİNCİ BEYİN’İN DÜŞMANI!
Bilim insanlarına göre virüs hava yoluyla bulaşıyor ve insanın solunum organlarında, karaciğerlerde ve bağırsaklarda çoğalabiliyor. Daha önemlisi, virüsün akciğerlerden ziyade bağırsak hücrelerinde hızla çoğalabilmesi.
İşte bu çok fena! Hem hava yolu, daha doğrusu solunum yolu ile bulaşıyor; hem de akciğer ve karaciğerin yanı sıra bağırsakları tehdit ediyor. Bağırsağa dikkat… Çünkü bağırsak, yeni medikal akımlara göre ‘ikinci beyin’ olarak kabul ediliyor. (İnsanın aklına ister istemez organların birbirleriyle rekabete girdiği ve sonunda bağırsağın, beyin dâhil herkese havlu attırdığı o meşhur fıkra geliyor!)
Bu tür araştırmaları ‘sarakaya alan’ bir gazeteci değilim. Koronavirüs konusunda yapılmış teorik ve klinik çalışmaları pandeminin başından beri yabancı kaynaklardan zamanım yettiğince araştırdım ve bu konuda pek çok kapsamlı yazı yazdım. Gelgelelim ABD’li bilim adamlarının bu son araştırması korku salmak için gereken tüm özelliklere haiz. Nitekim şunu da söylemişler açık açık: “Akciğer ve bilhassa da bağırsak hücrelerinde etkili biçimde büyümesi SADS-CoV’u yüksek riskli bir koronavirüs bulaştırıcısı haline getiriyor. Bu da küresel bağlamda insan sağlığını ve ekonomiyi olumsuz etkileyebilecek bir şey.”
ASLINDA YENİ BİR VİRÜS DEĞİL!
Bu arada PNAS’ın makalesine göre SADS-CoV, Çin’in 23 eyaletinden biri olan Guandong bölgesinde 2013’ten itibaren görülmeye başlanmış bir virüs. O tarihten beri toplam 24 binden fazla domuz yavrusunun ölümüne sebep olmuş. Ve 2013 ile 2016 yılları arasında yüzde 98,48 oranda at nalı yarasalarının dışkılarından bulaşmış.
Demek ki yeni keşfedildi denilen bu virüs aslında yedi yıldır zaten biliniyordu. Yüksek bulaştırıcılığa sahip bu virüs HKU2 yarasa virüsünden evrimleşti. Ve domuzlara geçtikten sonra -elbette İslam dışı dünyada- ‘domuz endüstrisi ekonomisi’nde kayıplara da yol açtı.
Son araştırmada işte bu virüsün rekombine formunu (rSADS-CoV demişler buna) sentetik insan hücre türlerine uyguladı bilim insanları. Bu uygulama sonrasında da insan hücrelerinde hastalık oluşturmaya yetecek oranda çoğaldığını belirlediler.
rSADS-CoV; maymun, domuz, kedi ve insanın ‘ölümsüz hücreleri’nde denendi ve yarasalardan domuzlara ve diğer konakçılara yayılma riskinin yüksek olduğu görüldü. Ayrıca SADS-CoV özelinde insanların, hayvan popülasyonlarından kaynaklanan koronavirüslere yakalanmasını engelleyebilecek çapraz koruyucu sürü bağışıklığına sahip olmadığı da saptandı.
Başta yaptığımız tasniften anlayacağınız üzere SADS-CoV, son küresel salgının sorumlusu SARS-CoV-2 ile aynı familyaya mensup. Ancak SARS-CoV-2, yani Kovid-19 Betakoronavirüs olarak adlandırılırken, SADS-CoV bir Alfakoronvirüs. Her ikisi de yarasa gen havuzundan geliyor.
Alfa, zoolojide liderliği ifade etmek için kullanıldığından ötürü Alfakoronavirüs deyince insan şöyle bir tırsıyor! Betası böyleyse Alfa’sı kimbilir nasıldır, düşünsenize!
Kovid-19’un bu derece yüksek bir hızla bulaşmasının sebeplerinden birinin de şu olduğu söyleniyor:
İlk kaynak ya da taşıyıcı olan yarasalar bilhassa avlanırken yüksek ateş ve ısı üreten hayvanlar. Bu nedenle taşıdıkları virüs de ısıya bağışıklık kazanarak evrimleşmiş. Yani sadece biz değil, virüsler de bağışıklık kazanıyor, yaşamak için onlar da evrimleşiyorlar.
Ancak 21. yüzyılda daha fazla hayvan kaynaklı virüsle uğraşmamızın sebebi bu değil. Burada bir nefes alalım ve doğada yaşayan onca farklı familyadan, onca cins ve alt cinse mensup virüslerin neden yakın bir maziye kadar değil de günümüzde, özellikle 2000 yılı sonrasında insan enfekte etmeye bu kadar yatkın olduğuna bir bakalım. Bu yüzyılda insan, vahşi hayvanların yaşam alanlarına doğru daha fazla yayıldı. Bu yüzden zoonotik hastalıklarla tanıştı. Misal Ebola salgını, söylentilere göre bir çocuğun Afrika’da yarasa yuvası ile temasıyla başlamıştı. Bilimsel açıdan tam kabul gören açıklama ise şu: Yarasalar Ebola’da da rezervuar, yani virüsü kendisine etki etmeden barındırıp bulaştıran tür. Onlardan maymunlara ve insanlara geçmiş.
ON BEŞ YILDIR BU VİRÜSLE UĞRAŞIYORLAR
Korona’nın nasıl başladığı konusunda ise rivayetler muhtelif. Henüz doğrulanmamış olsa da en yaygın teori (kimisi komplo teorisi de diyor, ancak her türlü gideri var), hastalığın Çin’deki Wuhan Viroloji Enstütüsü’ndeki (WVE) bir laboratuvar kaçağı yüzünden ortaya çıktığı. Bu enstitü 1956’dan beri faal ve Çin Bilim Akademisi tarafından yönetilen bir yer. (Bu alanda olağan şüpheli olan bir diğer Çin kuruluşu ise Ulusal Biyoteknoloji Geliştirme Merkezi. Bu kuruluş da bu tür çalışmalarla kafayı bozmuş durumda.)
WVE’deki pek çok bilim insanı 2005 yılından beri Kovid-19’la ilgili çalışmalar yürütüyor. Bu çalışmalar için Çin’de Yunnan bölgesi başta olmak üzere pek çok mahaldeki yarasalardan örnekler aldılar. 300 yarasa koronavirüsünü de izole ettiler.
2015’te bu enstitüden iki bilim insanı bir araştırma yayınladı. Bu araştırma yarasa koronavislerinin ‘HeLa’ üzerinde etkili olduğunu bildiriyordu. ‘HeLa’yı, Türkçe anlamıyla düşünmeyin elbette, bu kavram, bilimsel araştırmalarda kullanılan ölümsüz hücre çizgilerine verilen isim çünkü.
Yine bu enstitüden bir ekip daha sonra bir hibrit virüs tasarladı ve bu hibrit virüsün insan hücresini etkilediğini saptadı. 2017’de yine bu enstitüden bir tim, Yunnan’daki at nalı yarasalarında bulunan koronavirüsün, SARS’ın tüm genetik parçalarını taşıdığını ve bu virüsün yüksek risk içerdiğini belirledi. Aralık 2019’a gelindiğinde ise yeni tip koronavirüs raporu açıklandı. Bu arada zaten salgın dipten dibe başlamıştı.
Sonuç olarak Wuhan Viroloji Ensitüsü’nde 15 yıldır yürütülen çalışmalar, virüsün bir laboratuvar kaçağı olduğu yönündeki teorileri destekleyen bir unsur olarak gösteriliyor.
Bununla birlikte dünyanın tanınmış kimi virologları Kovid-19’un laboratuvar kaçağı olduğu yönündeki tezi benimsemiyor. Bu konuda epey araştırma yürüten isimlerden Peter Daszak, teorinin doğru olmadığını düşünenlerden biri. “Eğer öyle olsaydı Güneydoğu Asya’da yaşayan milyonlarca insan yarasa koronavirüslerinden her yıl etkilenmiş olurdu” diyor. Bir diğer virolog Jonna Mazet ise, “Bütün kanıtlar Kovid’in bir laboratuvar kazası olmadığını gösteriyor” diyor.
Gelelim yerli bir bilim adamının görüşüne… İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Veterinerlik Viroloji Ana Bilim Dalı Profesörü Hüseyin Yılmaz, Koronavirüslerle ilgili 2015 yılından bu yana yapılan çalışmaların Kovid-19’un laboratuvar ortamından sızdığı yönündeki iddiaları destekler nitelikte olduğu, en azından bu ihtimalin göz ardı edilemeyeceği kanısında.
Prof. Dr. Hüseyin Yılmaz’ın, bu yazının konusu olan çalışmayla ilgili de dikkate şayan bir değerlendirmesi var: “PNAS’ta çıkan makale in vitro yani laboratuvar hücre verileri. Domuzdaki ishal virüsünün insana geçişiyle ilgili sahada güçlü bir veri yok.”
Kovid-19’un bir laboratuvar kaçağı olabileceği yönündeki ihtimali pandeminin daha Türkiye’de başlamadığı günlerde, 2 Şubat 2020’de yazdığım yazıda gündeme getirmiştim. ‘Yeni nesil virüslerin evrimi’ başlıklı o yazıda (Okumak isteyenler için linki: https://www.sabah.com.tr/yazarlar/pazar/ferhat-unlu/2020/02/02/yeni-nesil-viruslerin-evrimi) 20 Eylül 2018’te kaleme alınmış bir makaleye atıf yapmış ve şunları yazmıştım:
“Makale şu cümleyle başlıyor: ‘Yarasa vücudunda bir araya gelecek viral genler sonucunda çok tehlikeli suşlar oluşabilir.’
Suş, mikrobiyolojide bir virüsün farklı alt türlerinin, aralarında genetik farklılıklar bulunan gruplarına deniliyor.…
Güney Çin’in Yunnan Eyaleti’ndeki bir mağarada beş yıl süren araştırmalara katılan Zhengli Shi ve arkadaşları, at nalı yarasalarında (özellikle Rhinolophus Sinicus) SARS ile ilgili olabilecek 11 yeni virüs türü keşfettiler.…
Konunun uzmanları belki gülecektir ama bizim gibi ‘meselenin cahilleri’ şunu bile düşünebiliyor: Laboratuvarda bu suşları kurcalaya kurcalaya farkında olmadan yeni mutant türler mi üretiyorlar?”
TEK SAĞLIK KONSEPTİ
Burada bir nefes daha alalım ve yine bu yazının konusu olan makaleye atıfla ‘Tek Sağlık’ kavramına da değinerek yazıyı toparlamaya başlayalım. Makalenin başlarında diyor ki, “Tek Sağlık; insan, hayvan ve çevre sağlığını güçlü biçimde bağlantılı olarak görür.”
Tek Sağlık dediği; yerel, ulusal ve küresel düzeylerde insanlar, hayvanlar ve çevre bakımından ideal medikal koşullara erişmek için multidisipliner, yani disiplinler arası araştırmalar yapmak ve bu disiplinler arasında işbirliği sağlamak. Bir başka deyişle Tek Sağlık akımı, insan sağlığını; hayvan, hatta bitki sağlığından ayrı ele almıyor. Bunların hepsi bir bütün diyor.
Haksız da sayılmaz çünkü zoonotik denilen hastalıklar 21. yüzyılda ansızın ortaya çıktı ve bugüne dek altı salgına neden oldu. 20. yüzyılın son çeyreğindeki HIV virüsü de maymundan insana geçmişti. Muhtemelen zoonotik virüslerin mazisi epey eskidir ama biz ilk HIV virüsüyle onları yakından tanımış olduk. Malum HIV’ın doğal konağı şempanzelerdi.
Tek Sağlık, Yunan Hekim Hipokrat’ın metinlerinde yer alan “Havada, suda ve yerde sağlık” konseptine sıkı sıkıya bağlı. Bu yönüyle epey eski. Bununla birlikte 1997’de Avian Influenza (tavuk vebası, kuş gribi) salgınının Hong Kong’da başlamasından sonra insan ve hayvan sağlığının bağlantılı olduğuna ilişkin küresel fikir gelişti.
Kavramın asıl dolaşıma girmesi ise 7 Nisan 2003’te Rick Weiss adlı gazetecinin, Washington Post Gazetesi’nde Ebola hakkında yazdığı yazıda bilim adamı William Karesh’in görüşlerine yer vermesiyle söz konusu oldu. O yazıda şöyle deniliyordu: “İnsan, evcil hayvanlar ya da yaban hayatı tek başına ele alınamaz. Sadece tek bir sağlık var. Ve hastalıkların çözümleri herkesin farklı düzeylerde birlikte çalışmalarını gerektirir.”
21. yüzyılda üç değişik insan ve üç değişik domuz koronavirüsü aniden zuhur etti ve tüm küreye yayıldı. Bu da bilim insanlarına göre hayvandan geçen koronavirüsler konusunda insanlığın yeni bir strateji oluşturmasını zorunlu kılıyor. Zurnanın zırt dediği yer şurası: Bu stratejiyi salt tıp âlemi belirlerse işte o zaman tüm dünya olarak medikal diktatörlüklere doğru gideriz. Korona Pandemisi’nin de bize gösterdiği budur.
Tek Sağlık konsepti, Dünya Sağlık Örgütü tarafından da destekleniyor. Tabii bunun yanı sıra Dünya Hayvan Sağlığı Örgütü tarafından da… Tek Sağlık; bilimsel açıdan anlaşılabilir bir şey. Tek dünya devleti gibi komplolarla da ilgisi yok. Ne var ki bu konsept, Kovid-19’un yol açtığı panikten de yararlanıp sürekli korku pompalayacak bir medikal stratejiyle birleşirse işte o zaman işin rengi değişir. İşte o zaman ‘Hoş geldin tıbbi dünya diktatörlüğü’ desek yeridir.
Kaynak: https://www.sabah.com.tr/yazarlar/pazar/ferhat-unlu/2020/10/18/medikal-diktatorlugun-izinde