ARAŞTIRMALAR ABARTILI, YÖNTEMLERİ YANLIŞ
Derya Öztürk‘ ün haberi:
ABD’de yapılan bir araştırma, bilimsel araştırmaların güvenirliğine gölge düşürdü. “Reproducibility Project” kapsamında bir araya gelen ülkenin çeşitli üniversitelerinden 270 bilim adamı, son 3 yıl içinde saygın psikoloji dergilerinde yayımlanan 100 araştırmanın bilimsel araştırma yöntemlerini, örneklemlerini ve ölçüm tekniklerini kullanarak yeniden araştırma yaptı. Sonuçta bu araştırmaların sadece yüzde 40’ında orijinal araştırma ile aynı sonuca ulaşıldı. ABD’li bilim adamları, bu durumu bilim adamlarının daha fazla etki yaratabilmek için sonuçları “abartıyor” olmalarına bağlıyor. Araştırmayı uzmanlara sorduk…
Hacettepe Üniversitesi Psikoloji Bölümü Öğretim Görevlisi Dr. Recai COŞTUR:
‘SONUÇLARI ETKİLEYEN İNSAN FAKTÖRÜDÜR’
Bir kaygı, depresyon, tutum ölçüldüğünde aynı bireyler üzerinde ve hatta bir gün arayla bile yapsanız farklı sonuçlara ulaşabilirsiniz. Bu, ölçülen özelliğin tutarlı ve kararlı olmamasından kaynaklanabilir. Bu durum bireyden bireye farklı özellikler gösterebileceği gibi aynı bireyler üzerinde de farklılık gösterebilir. Sabah işe geldiğinizdeki kaygı düzeyinizle akşam patronunuzdan azar işittikten sonraki kaygı düzeyiniz aynı olmayabilir. Çünkü biz sosyal varlıklarız, çevreden çok fazla etkileniyoruz. insan faktörü işin içerisine girdiğinde birbirinden çok farklı sonuçlar ortaya çıkabilir. Fakat örneklem yeteri kadar fazlaysa daha önceki çalışmadaki benzer sonuçların çıkması beklenir. Bunlar olası şeylerdir, ben eleştirilere katılmıyorum. Tekrarı yapılan araştırmalarda ölçülen özelliğin ne olduğunu çok iyi irdelemek gerekir.
Arel üniversitesi Psikoloji Bölümü Öğretim Görevlisi elem Doğuş YILDIRIM:
‘SİSTEM KATI, ABARTILAMAZ’
Yapılan araştırmaya kesinlikle katılmıyorum. avrupa’da bilim araştırmaları çok titiz bir şekilde yürütülüyor. Bir tezi bile 2 yıl boyunca saklamanız, istendiği takdirde sunmanız gerekiyor. Bu kadar katı bir sistemde ne kadar abartılı bir araştırma yapılabilir ki? araştırmalarda yeni metotlar bulunuyor ve farklı sonuçlar ortaya çıkabiliyor. Freud’un zamanında onun araştırması en doğru araştırmaydı ama şimdi bilim değil felsefe olarak kabul ediliyor.
Psikiyatr Prof. Dr. Kerem DOKSAT:
‘TEKRARLANABİLİR OLMASI BİLİMSEL KILAR’
Bir araştırmanın güvenirliği, geçerliliği ve tekrarlanabilir olması onu bilimsel kılar. Bir sonuca varmak için hipotezin sınanması, mevcut yapılan ölçüm yöntemleriyle test edilmesi ve sonra da sonuçların hakemli dergilerde ve uluslararası geçerliliği olan bir dergide yayımlanması gerekir. Bunlara uymayan araştırmaları genellikle hakemli dergiler reddederler. Bu araştırmada bu şekilde bir sonuç çıkmasının sebebi tek taraflı davranmış olmaları olabilir. araştırmacıların çalışma örneklemini hazırlarken tek taraflı davranmaları veya gruplandırmada hata yapmış olmaları buna yol açmış olabilir.
Prof. Dr. Ömer ÖZKAN:
‘SANSASYONEL CEVAP BULMAK İÇİN ÇARPITMALAR OLABİLİR’
Bilim araştırmalarının güvenilir olup olmadığını yayımlandığı ulusal bilim dergilerinden ve uzun yıllar boyunca tekrar başka bilim dergilerinde yayımlanmasından anlayabiliriz. Tabii ki sansasyonel cevap bulmak için araştırmalarda çarpıtmalar olabilir. Fakat bu çarpıtmalar kısa sürede ortaya çıkar. Bilime güvenmek gerekir.
Prof. Dr. Ahmet Rasim KÜÇÜKUSTA:
‘DEVLET DESTEKLİ ARAŞTIRMA GÜVENLİ’
Bilim, ilaç firmalarının desteği ile araştırmalarını yapıyor. Hal böyle olunca tıp bilimi ilaç sektörünün esiri oluyor. Tıp fakülteleri bile artık derslerinde hastalığın teşhisi değil tedavi yöntemi üzerinde duruyor. Bilim artık kâr odaklı bir hale gelmiştir. Devlet desteği sağlanarak araştırma yapılmadığı sürece bilim araştırmalarının güvenirliğinde sorunlar olacaktır.
Hacettepe üniversitesi Sosyoloji Bölümü Araştırma Görevlisi Ebru SEVGİLİ:
‘SONUÇLAR FARKLIYSA ÖLÇÜ TEKNİĞİ GEÇERLİ DEĞİLDİR’
Aynı veri toplama tekniği ve aynı örneklem kullanarak aynı araştırma tekrar tekrar yapıldığında birbirinden oldukça farklı sonuçlar elde edilmesi, en başta kullanılan ölçü tekniğinin geçerli ve güvenilir olmadığını gösterir. Yani inceleme nesnesinin değişken olduğu bir alanda bire bir aynı sonuçları elde etmek gibi bir durum pek beklendik değil. Bu hem inceleme nesnesinin kendisinden hem de sosyal bilim araştırmalarında araştırmacının pozitif bilimlerde olduğu gibi araştırılan konuyu kendisi dışında bir nesne olarak göremeyeceğinden kaynaklanır. ancak her seferinde farklı sonuçlar elde etme gibi bir durum da kullanılan tekniğin güvenilir ve geçerliliğinin sorgulanmasını gerektirir.
Kaynak: http://www.haberturk.com/saglik/haber/1122961-arastirmalar-abartili-yontemleri-yanlis
BİLİM VE TEKNOLOJİDE SÖMÜRÜ GÖZDEN KAÇMASIN
Araştırmalar abartılı, yöntemler doğru-yanlış derken, asıl sorun gözden kaçmasın. Bilimde asıl sorun kazanılan trilyon dolarların kimin cebine gittiği. Asıl Da Vinci’nin şifresi bu. Bilim, teknoloji, tasarım, üretim ve para, Da Vinci’nin şifresidir. Bu şifreyi kesintisiz çözen ülkeler zengin ve gelişmiş olur, parmağını yalarken bizim de ağzımız sulanır. Kendilerine rakip olabilecek ülkeleri de önce paran olacak, sonra bilim yapacaksın… diye bir güzel uyuturlar. Teşvik ettikleri bilim de harem ağası tipi bilimdir, bundan teknoloji, tasarım, üretim ve bizi zengin edecek bilim çıkmaz. Yıllardır güya bilim yapıyoruz da ne oluyor? Bilim dünyamız, ayfon 5′ lerle fiyaka yapmaktan başka ne biliyor, bu oyunu görüyor mu, bu şifreyi çözebiliyor mu?
Her yıl 4 milyar doları aşıya, 4 milyar doları şeker ilaçlarına, 4 milyar doları da kansere ödüyoruz. 150- 200 tane uçak için ödenecek para ne kadar? Son 10 yılda cep telefonlarına ve geyik muhabbete ödediğimiz çeyrek trilyon doları, Bilim ve Teknoloji Merkezleri için harcasaydık ve şimdiye kadar satın aldığımız teknolojik ürünleri, tam tersine biz üretip doğal pazarımız olan İslam alemine satar hale gelseydik, bunları yıllardır bize satanlar ne yapardı? Adamlar buna müsade eder mi? Tabii ki etmez.
İşte bu oyunu anlatmaya çalışıyoruz. Da Vinci şifresini çözmek bu nedenle önemli. Bu şifreyi çözemediğimiz için kendini bilim adamı zanneden yüzbinlerce insanımız yıllardır havanda su dövüyor. Herkes bilim yapacağız diye kıt kaynakları, kuruş para getirmeyen sözde araştırmalara gömüyor. Arabın gülyağı misali, her yerine sürüyor, çarçur ediyor. Trilyon dolarları cebe indiren batı dünyası da bizim bu ahmaklığımızı, bu zavallı halimizi zevkle izliyor.
Dünyadaki donanım, yazılım, bilgi teknolojileri ve telekomünikasyon pazarı yılda dört trilyon dolara yaklaşıyor. Dünya bu dört trilyon doları paylaşırken, halkımız sadece telekominikasyonda şimdiye kadar 250 milyar dolar harcadı. Nasıl mı? Geyik muhabbetle! Her yıl yeni modelini aldığımız telefon, ayfon, aypedlerle… Peki, bir karış boyumuz mu büyüdü? Sosyal ilişkilerimiz mi düzeldi? Tam tersine, konuşma adabından uzak bir topluma dönüştük. Üretmeden, keşfetmeden, hazıra konduğunuz, tükettiğiniz her şey sizi de tüketir, ülkeyi de. Bu harcamalar, ne yazık ki akıl ve bilim olarak geri dönmüyor. Peki neden?
Bilim dünyamız ve üniversiteler, asırlardır bilim ve teknolojik yönden kastre edilmiş ve ülkeyi pazar haline getiren küresel sisteme harem ağası gibi bağlanmış bulunuyor. Harem ağası yapmanın yolu, önce bilim ve teknoloji üreten yolu budamak, sonra da teknolojik üretime ve kazanca dönüşmeyen sözde bilimsel çalışmalarla kıt kaynakları tüketmek : Bilimde kendi kendini tatmin. Yapılan anlamsız araştırmalar ve ithal edilen akıllı telefonlar kendini tatminden başka bir işe yaramıyor.
Yaşamsal sorunlarımız çözüm beklerken, başkalarının güdümündeki araştırmalarla oyalanmamız, sürüngenliğin ve bağımlılığın asıl nedeni. Dün Hintlilere logaritma cetvellerini ezberleterek beyinleri körelten anlayışın bugünkü yöntemi çok farklı. Çağımızda asgari ücretli köleleştirmenin en kestirme yolu bu. Modern sömürgecilik işte bu! Adamlar, bizi otla çöple, alternatif masallarla meşgul ederken milyarlarca dolarlık yapay kalp cihazlarını, ilaçları ve yüksek teknolojiyi bize satarak köşe oluyorlar. Yıllardır insanımızın korkulu rüyası olan Kanamalı Kırım Kongo hastalığının aşısını bile üretemedik ama lafa gelince herkes araştırma yapıyor.
Bilim dünyamız ve aydınımız hacıağa gibi, başkasının keşfedip ürettiği teknolojiyle caka satıyor, fiyaka yapıyor ama başkasını zengin edeceğimize bunları biz de üretelim demiyor, teşebbüste bile bulunmuyor. Bunları farkedecek beyinler yabancılaşıyor. Beyinleri işlemez hale getiren akıl oyunu işte böyle oynanıyor. Kopya ve birbirinin tekrarı olan sözde araştırmalar ve uzmanlık tezleri, kaynakları tüketen göz boyamaya dönüşüyor.
Üniversiteler, düşünce kuruluşları ve strateji merkezleri hangi sorunları çözen ulusal bilgi üretiyor, bunları kim nasıl uyguluyor? Sonuç ne? Bu yeterli mi? Kötü kaderimiz değişiyor mu? Eksik olan nedir? Başkalarının çıkarlarına hizmet eden reklam ve pazarlama yerine, kendi yaşamsal sorunlarımızı çözmeye yönelik bilimsel araştırmalar ve kongreler yapmayı ne zaman akıl edeceğiz? Bilimsel yozlaşma ile teknolojik, ekonomik ve kültürel işgalin yol açtığı yaşamsal sorunlara çözüm arayan ‘Ulusal Bilim Kongreleri’ ne zaman ve kimin tarafından düzenlenecek? Kongreler yabancı beyinlerin pazarı ve gösteri merkezi olmaktan ne zaman kurtulacak?
Bilim ve teknoloji üretiminde nal toplarken, başkalarından aşırdığımız bilgiden ne ölçüde yararlanıyoruz? Çevre kirliliğinden trafiğe, sel baskınlarından depreme, kötü kaderimiz değişiyor mu? Yaptığımız kopya tezlerle, üretmediğimiz ama kopyaladığımız bilgi işimize yarıyor mu? Ne gezer… Yürüttüğümüz bilgiyi uygulamayı da beceremiyor, ağzımıza yüzümüze bulaştırıyoruz. Domuz gribi ve kolesterolle ilgili zavallı halimiz ortada. İdrak etmedikten sonra, copy past yapmanın faydası yok. Ne işe yaradığı belirsiz tezler ve araştırmalar yapmakla, Bilim ve Teknoloji merkezi, Araştırma merkezi gibi tabelaları binalara asmakla, yapılan binlerce tezi depolara atmakla veya bilgisayar ortamına atmakla sorunlar çözülmüyor. Eğer çözülseydi, yağmur yağdığında bu merkezler ve içindekiler seller altında kalmazdı. Demek ki bilim ve teknolojiden nasibimizi alamamışız. Bütün bunları yapacak olan beyin yani bilim ve aydın dünyamız felçli. Çağımızda modern sömürgecilik bu şekilde yapılıyor.
Patent ve teknolojiye dönüşen bilimsel araştırmamız var mı? Kilitlenen sorunları çözecek bilgi ve teknolojiyi kim üretiyor? Milli gelirin ne kadarını bilim ve teknolojiden kazanıyoruz? Kendi aşı ve ilacımızı üretebiliyor muyuz? Daha eski teknoloji penisilini bile yapamıyoruz. Piyasadan 2 yıl kayboldu, ithal bile edemedik. Adamlar vermese hastalıktan sürünüp öleceğiz. Patriotlar gidince sudan çıkmış balığa döndük. Balistik füzeler üzerimize yağarsa ne yapacağız? Hani Milli füze kalkanı?
İlaçtan aşıya, uçaktan silaha yüzlerce trilyon dolarlık teknoloji pazarlarının hedefi, bizim gibi bilim ve teknoloji üretemeyen, bir Afrika ülkesi gibi yıllarca fındık fıstık üzüm incir ihracıyla oyalanan ve uyutulan ülkeler. Bu kadar okumuş, yazmış, yetişmiş adamı olan, bu kadar üniversitesi olan ülkeler nasıl olur da oyalanır ve orta gelir tuzağına hapsedilir? Nasıl mı ? Çok basit. Sizin bilim kadrolarınız, pazar olduğundan habersiz, bir işe yaramayan, üretime dönüşmeyen uzmanlık tezleriyle, palavra araştırmalarla oyalanıyor, uyutuluyor. Kaynaklar, emekler, zamanlar ve hevesler heba ediliyor ve bu akıl oyununu hala fark edemiyoruz. Artık uyanma zamanı gelmedi mi?
Altyapısı bile olmayan üniversitelerde bilim, akıl, zaman ve para gücünü tüketmek, kopya ve palavra araştırmalarla bilim yapıyor görünmek bir işe yaramıyor. İnsanımızın %86’sı önlenebilir nedenlerden dolayı hasta oluyor ve ölüyor. Önlenebilir demek önlenmiyor demektir. Bilim dünyamız bu felaketi görmüyor, bilmiyor, duymuyor, okumuyor, anlamıyor, düşünmüyor, umurunda değil. Kılını kıpırdatsa, pisipisine ölmezdik. Kendi yaşamsal sorunlarımızı çözmeye yönelik araştırmalar yapamıyoruz. Yaptıklarımız da hayata yansımıyor. 5 yıldızlı otel ve tatil köylerinde yapılan bilimsel kongreler, bilim dünyamızın ağır maluliyetine çözüm bulamıyor. Bu yüzden kötü kader yakamızı bırakmıyor. Bu yüzden her çeşit sosyal ve bedensel hastalıklardan telef oluyoruz. Bu yüzden her çeşit kriz bizim kaderimiz olmuş.
Bilimsel yayın kalitesi yönünden 1981 – 1999 yılları arasında en çok atıf alan araştırmacı sayısı: İsrail için 44, İngiltere için 350, ABD için 3572 iken ülkemiz için maalesef sadece bir kişi. Bilimsel araştırmaların teknolojiye aktarılması ve teknolojik gelişmenin doğrudan ölçüsü olan milyon kişiye düşen patent sayısı ise ülkemiz için ne yazık ki sıfır. Yeni rakamlar da farklı değil. 27 bin makale basılıyor, patent sayısı 85. Buna Zihn-i sinir projeleri de dahil. İsrail’de 4 bin civarında makale basılıyor, patent sayısı 1.500. Gelişmiş ülkelere göre alınan patent ve proje sayısı ile bilimsel araştırmaların teknolojik üretime dönüşme oranı bile bilim dünyamızın ne kadar kısır olduğunu gösteriyor.
Ülkemizin sorunlarını çözen, kötü kaderini değiştiren düşünce, bilgi, araştırma ve projeler üretemiyoruz. Gecekondu üniversiteler diplomalı işsiz yaratmaktan başka bir işe yaramıyor. Gösterişli binalar ve dev kampüsler ise dünyanın en iyi üniversiteleri arasına girmeye yetmiyor. Düşünen ve sorgulayan yetenekli çocuklarımızı bir servet ödeyerek gönderdiğimiz şaşalı okullar, insanımızı bilimsel düşünemeyen bir topluma dönüştürüyor. Bu nasıl eğitim ki, seçmen sayısını veya depremde ölenlerin sayısını doğru saymayı bile öğretemiyor. Göl olacak bölgeye havaalanı yapanlar, bizim üniversitelerimizde yetişiyor. Bilimden nasibini alamayan bir toplumun kaderi bu. Bilim dünyamız, keşfetmek ve üretmek yerine, ithal edilen ayfonlarla, aypedlerle gösteriş yapmayı marifet sanıyor. İthal ürünlerle caka satmak kimi zengin ediyor? Ürettiği ile değil, tükettiği ile övünenler yüzünden Apple trilyon dolara koşuyor. Üniversiteler, sarımsağın Çin’den ithalini bile sorgulamaktan aciz dünya vatandaşı yetiştiriyor.
Teknoloji üretemeyen, yaşamsal sorunlarımızı çözemeyen bilimsel anlayışımız ne işe yarıyor? Başkalarının ekmeğine yağ süren araştırmaların bize ne faydası var? Sadece makale yayınlamakla, atıf almakla sorunlarımız çözülmüyor. Nerede kendi sorunlarımızı çözen araştırmalar? Nerede kendimizin ürettiği teknolojiler? Nerede projeler? Nerede patentler? ABD’ de geçtiğimiz yıl 600.000 patent başvurusunun 100.000 ‘i patent alırken, bizler komik bir şekilde parmaklarımızı sayıyoruz.
Bizim gibi bilim ve teknoloji yarışına daha yeni başlayan ülkelerin yapacağı şey, kıt kaynakları oraya buraya saçıp savurmak değil, belli yerlerde bilim ve teknoloji merkezleri açarak ülkenin cari açığını artıran 10 konuda çalışarak bu açığı kısa sürede kapatmak. Yoksa her yerde bilim yapmak gerekmiyor ama her vatandaşın bilimsel anlayışa sahip olması gerekiyor. Bu ise hem çok kolay hem çok zor. Zor olan şu : Köhnemiş olan tüm sistemin baştan aşağı değişmesi gerekiyor.
Üniversiteler, bilim ve düşünce kuruluşları, ulusal sorunları çözmeye yarayacak bilginin üretildiği ve akıl eden, planlayan, yöneten derin aklın oluştuğu ulusal bir beyine dönüşmelidir. Yaşamsal sorunlar karşısında dağıtılan ve işlevsiz bırakılan akıl ve bilim gücümüzü, sağlam bir kafatası içinde toplayarak ulusal bir beyin olmalı yani aklımızı başımıza almalıyız. Bu beyin naklini başarmadan kendi geleceğimizi kendimiz tayin edemeyiz.
Çağımızda telefondan bilgisayara, aşıdan enerjiye keşfeden ve üreten kazanıyor. Keşfettiği ile değil, tükettiği ile övünenin özgür yaşama şansı yok. Milletler ancak bu şekilde ayakta kalabilir, yoksa ayaklar altında kalır. Çağımızda milletler, ancak bilim ve teknoloji ürettiği kadar özgür ve bağımsız olabilir. Artık sokaklarda bağırarak özgür ve bağımsız olma dönemi bitti. Bağımlılığın dipsiz kuyusundan ancak bilim ve teknoloji ipiyle çıkabiliriz. Gerçek dünyada keşfettiğiniz kadar özgür, ürettiğiniz kadar bağımsızsınız. Bilim ve teknoloji üretemezseniz, yaşama hakkınızda yoktur, şansınızda. Filistin’den Afganistan’a İslam aleminin sefaleti ve zavallı durumunun asıl nedeni bu. Doğal kaynaklara sahip 57 İslam ülkesi bilim ve teknolojide bir İtalya etmiyor.
Modern sömürgecilik adı verilen bu sistemin amacı, cep telefonundan uçağa, ilaçtan aşıya ülkeleri acıtmadan sömürmektir. Bu akıl oyunu, Üniversite – Sanayi bağını keserek teknoloji üretimini önlerken, herkes bilim ve araştırma yapacak diyerek kıt kaynakları tüketiyor. Sonuç : bilim ve teknolojide mandacılık. Kısırlığın nedeni bu. Herkes güya araştırma yapıyor da hangi sorunumuz çözülüyor ve kaç para kazanıyoruz bilen var mı? Halbuki, kıt kaynakları, ‘Bilim ve Teknoloji Merkezleri’nde hayati ihtiyaçları üretmek için harcamak gerekiyor.
Halkın imkanlarıyla kurulan ve yaşatılan üniversiteler, bu haremağası modelinden kurtulmalıdır. Neden mi? Kaynaklar sonsuz değil sınırlıdır. Bu sınırlı kaynakların bilimsel anlayışla ve akıllı kullanımı gerekiyor. Aksi halde aspirinden uçağa, aşıdan domates tohumuna kadar binlerce teknolojik ürüne harcanan para, bilim üreten ülkelere sürekli hediye edilir. Patent ve teknoloji üreten ülkeler, bu hediye ile gelişir süpergüç olur. Bilim ve teknoloji üretemeyen ülkeler ise, bilimsel masallarla uyutulan sömürgelere dönüşür. İşin özü bu.
Beyin hücreleri ne kadar yetenekli olursa olsun beyin değildir. Beyin; sorunları idrak eden, araştıran, çözen ve yöneten akıldır. Beynimizi üstün kılan, vücudun mükemmel çalışmasını sağlayan beyin hücrelerinin arasındaki network yani iletişim ağıdır. Öncelikle yapılması gereken iş, nitelikli beyin hücrelerinden bu anlamda bir beyin oluşturmaktır. İkinci aşamada yapılacak operasyon ise bu özelliklere sahip beyin naklidir. Bunun anlamı, Ulusal Araştırma Merkezi, Milli Sağlık Akademisi, Bilim ve Teknoloji Merkezi gibi ağların kurulmasıdır. Yaşamsal sorunlarımızı çözecek bilimsel araştırmaları akıl eden, planlayan ve yöneten beyin organizasyonunu ve beyin naklini başarmak zorundayız. Kötü kaderimizi değiştirecek olan bu beyin naklini yapmadan, belden aşağısı tutmayan bilim ve aydın dünyamızı diriltmek mümkün değil.
Beyin nakli ne? YÖK sistemi, acilen ‘Milli Araştırmalar Merkezi’, ‘Milli Sağlık Akademisi’ ve Bilim Teknoloji Merkezi’ kurulmasını ve sanayi ile bütünleşmesini organize edecek yapıya dönüşmelidir. Tüm eğitim ve öğrenim kurumları ve sanayi, bu merkezin hedeflerine uygun olarak düzenlenmeli ve çalışmalıdır. Beyin olmadan organların sağlıklı çalışması ve yönetimi mümkün değildir. Bilim Teknoloji Sanayi Bakanlığı beyin olarak, TÜBİTAK ile birlikte mükemmel bir uyum içinde çalışıyor ancak YÖK buna uyum sağlamalıdır. Bu devrimi yapmamız halinde, Türkiye kısa sürede dünya devi olacaktır. Aksi halde milyarlık bütçeleri bu amaçtan yoksun üniversitelere harcamak, bilim ve teknolojide kısırlığın artmasına yol açar. Milli sanayi ile bilim dünyamızı buluşturan bu merkezlerin kurulması, her türlü dış baskıdan korunması ve bağımsız olarak çalışması elbette devlet eliyle olacaktır. Bağımlı ülkelerin bunu başarması zordur. Temel sorun burada yatmaktadır. Baskılara karşı çıkan ülkelerin karşılaştığı güçlükleri ise görüyoruz.
Tüm sistemin baştan aşağı değişmesi gerekiyor. Yapılacak iş basit: ‘Bilim ve Teknoloji Merkezleri’ kurmak için zaman kaybetmeden üniversiteleri ve milli eğitimi, sanayi ile entegre olacak şekilde baştan aşağı değiştirmek. Ülkeleri sömürge yapmanın yolu da basit: Eğitim, öğretim, bilim kurumları, sanayi ve üretimi birbirinden kopuk, dünyadan habersiz hale getirerek bu entegrasyonu engellemek.
Bilim ve teknolojide devrim için ya acı gerçeklerle yüzleşeceğiz, ya da tatlı yalanlarla sömürge ve tüketim toplumu olacağız. Ya enerji, aşı, cep telefonu… gibi cari açığı artıran on konuda bizi dünya devi yapacak ‘Bilim ve Teknoloji Merkezi’ kuracağız, ya da futbol, televole, UFO’lar, melekler kaç kanatlı gibi geyiklerle toplumu uyutmaya devam edeceğiz. Daha önce söylenmiş bir sözü değiştirip özetleyelim : Bilim ve teknoloji, bir kuşun iki kanadı gibidir. Bu iki kanadı kullanabilen ülkeler uçar ve özgür olur. Uçamayan ülkeler ise tavuk olur, başkasının eline bakar. Tavuk ülkeler, önüne atılan yemi yerken yumurtalarının alındığını farketmez, sömürge olur. Tek kanat ise uçmaya yetmez. Ya tavuk ülke olup altımızdan alınan yumurtalardan habersiz başkaları için çalışacağız, ya da bilim ve teknoloji kanadını çırparak dünya devi olacağız.
http://www.aciamagercek.com
BİLİMSEL SÖMÜRÜNÜN NEDENİ : OLİGARŞİ
Oligarşi, küçük ve ayrıcalıklı bir grubun gizli iktidarıdır. Dünyada bir avuç gizli azınlığın kurduğu oligarşik yapılar, ülkeler içindeki uzantılarıyla her alana kök salarak modern sömürge düzenini perçinlemiş durumda. Kurulan sömürü sistemiyle tüm kaynaklar, buna insan kaynakları da dahil, emme-basma tulumbayla hep bu gizli imparatorluğa pompalanır. Dünyadaki servetin büyük çoğunluğu bu yolla küçük azınlıkta toplanırken, milyarlarca insan aç sefil, kırıntılarla idare etmeye mahkum olur. Dünyadaki tüm sorunların nedeni, işte bu sömürü sistemidir. Bilim ve teknolojiden, banka, borsa ve serbest ticarete kadar her şey bu sistem ve yapıların kontrolü altındadır. Özgür ve bağımsız her teşebbüs, bu sistemi çökertme riski taşıdığı için yok edilmelidir. Oligarşik yapılar, bu yüzden kendi dışındaki bilimsel ilerlemenin önündeki en büyük engeldir. Bu oligarşi yüzünden bilimden teknolojiye kadar kendi değerlerimiz bizden koparılarak, küresel sisteme çalışmaya zorlanır. Küresel sisteme çalışan herkes, küresel kuruluşlar tarafından koruma altına alınır ama ulusal alanda çalışmaları her şekilde engellenir. Aşağıda (Google yardımcınız olsun) bu küresel oyunun acı ama gerçek hikayesini okuyacaksınız :
Bu kadını tanıyor musunuz?
Doç.Dr. Neva Çiftcioğlu
“Doç.Dr. Neva Çiftçioğlu, “Avrupa’nın Japonyası” sayılan Finlandiya’da doçentlik unvanını alan ilk yabancı oldu. Kireçlenmelerin müsebbibi bir mikrobu buldu: Nanobakteri! Bu buluşu nedeniyle dünyanın her yerinden davetler, ödüller aldı. Aynı mikrobu Mars’ta keşfeden Amerikan Uzay ve Havacılık Dairesi (NASA) onu birlikte çalışmaya çağırınca 2.5 yıldır ABD’nin kalbine girmeyi başaran tek Türk kadını oldu.
Önümüzdeki yıllarda da kalp ve böbrek hastalıklarının teşhisine ilişkin, patenti yüzlerce milyon dolar değerindeki önemli bir buluşu açıklanacak. Ama Türkiye onu tanımıyor. Şu ana kadar Türk yetkililerden aldığı tek bir tebrik bile yok. Yıllar önce tezini çöpe atan Türk üniversiteleri hala birlikte çalışma teklifini kabul etmiyor. Bilim dünyasında ona “Türklüğünden vazgeç, daha çok parla” diye akıl verenlere ise inatla “Asla” demeye devam ediyor.
*Siz neyi keşfettiniz?
Finlandiya’ya gittiğim sıralarda söz konusu bakteri problemini bulmuşlardı ama ne olduğunu bilmiyorlardı. Ben onların bulduklarının aslında ne olduğunu bulup, onlara bunu göstermenin yolunu buldum. Meğerse bütün vücuttaki tıkanıklıklar, kireçlenmeler bir mikrop yüzünden oluyormuş; ben buna “nanobakteri” nin neden olduğunu ortaya çıkardım.
* Türk olduğunuz için hiç tepki aldınız mı?
Türk olmam kadın olmamdan da büyük sorun oldu. Zaten benim Türk olduğum hiç anılmadı Finlandiya’da. Vatandaşlık başvurusu bile yapmamış olmama rağmen beni hep bir Finli gibi tanıttılar dünyaya. Mesela NASAya giderken Finlandiya’daki bir gazete “NASA’ya giden ilk Finli” diye başlık attı. 1996’da bütün başarılı bilim insanlarının bulunduğu bir törene çağrıldım;törende Türk bayrağının altına gittiğimde beni oradan alıp, Finlandiya bayrağının altına aldılar. Ve o kadar ağrıma gitti ki bu…
* NASA sizi nasıl keşfetti?
Finlandiya Hükümeti, buluşumu bilim dünyasına açıklamakla görevlendirip 1996’da beni ABD’ye gönderdi. New York’taki Cold Spring Harbor Labratories’e gittim. Burası dünyanın dört büyük laboratuvarından biridir ve böylece NASA’nın da buluşumdan haberi olmuş oldu. Meğerse onlar da o tarihlerde aynı bakteriyle Mars’ta karşılaşmışlar?
* İnsanlarda kireçlenmeye neden olan mikrobun aynısı Mars’ta da mı var yani?
Mars’tan düşen bir taşta karşılaştıkları bakteriyle benim bulduğum bakterinin şekilleri, boyutları aynı çıktı. Bunun üzerine birlikte bir enstitü kurduk: Astrobiology Institute. Çalışmaların sonunda NASA baktı ki uzaktan doğru olmuyor, beni kendi içine çağrıldı.
* NASA’ya 11 Eylül saldırısından bir ay sonra girmişsiniz. Sizi hemen aralarına kabul ettiler mi?
Zaten o kadar çok araştırma, hatta sizin haberiniz bile olmadan o kadar çok kişilik testi yapıyorlar ki aralarına girdiğinizde artık sizi kabul etmiş oluyorlar. Mesela nasıl bir Müslüman olduğumu tam olarak anlayamamakla birlikte son derece saygılılar. Diyelim ki bir yemeğe gittiğimizde benim önüme hiç uyarmama bile gerek kalmadan domuz eti konmamış farklı bir mönü gelir. Soran olursa da “Neva tavuk seviyor” diye geçiştirirler.
* Aldığınız nefesi bile izliyorlar mıdır sizce?
Evde dahi izlendiğimi biliyorum. Hatta kimilerine göre uydu aracılığıyla şu anda nerede olduğumdan bile haberleri var. Çıktığı gün bu röportajdan da haberleri olur, konuştuklarımız incelemeye alınır.
* Türk kimliğiniz Müslüman olmanızdan daha büyük sorun galiba?..
Bakın ben aynı zamanda bulduğum bakteriyle ilgili olarak ABD’de büyük bir firmanın da sahiplerinden biriyim. Firmanın CEO’su olan kişi bana daha iki hafta önce “Senin Türk olmandan yoruldum” dedi ve bana ABD vatandaşlığına geçmemi önerdi. Zaten bunu herkes söylüyor. Çünkü bir Türk olarak vize almanız çok zor; NASA çalışsanız bile zor.
* Vazgeçmeyi düşündünüz mü?
Türklüğümden mi? Asla! Ben milliyetçi olduğumu bilmezdim ama dışarıda kalınca insan ülkesinde kızdığı şeyleri bile özler hale geliyor.
* Peki Türkiye sizi, sizin Türkiye’yi sevdiğiniz kadar seviyor mu?
Zaten yurtdışında asıl hayret ettikleri de bu: “Sana hiç kimse sahip çıkmıyor. Sen neden Türk olmak da ısrar ediyorsun?” diye soruyorlar.
NASA’ya mı girdi? Aferin demek Sabancı’da başladı!
Anne ve babamın çevresi benim ne iş yaptığımı bir türlü anlayamıyor. Kalp üzerinde mi çalışıyorum, böbrek mi yoksa Mars mı? Mesela babama bir tanıdığı ne yaptığımı sorup, “NASA’da” yanıtını alınca “Ya aferin, demek Sabancı’da başladı!” demiş.
Pes dedirten olaylar
Doçentliğimi Ankara değil Finlandiya verdi.
Ankara Tıp Fakültesi’nde asistanım, doktoramı bitirmek üzereyim. Astım hastalığı üzerine bir tez hazırlayıp hocalarıma sundum. O zaman bölüm başkanı olan bir hocamız hastaların yanındayken tezimi aldı, yüzüme baktı ve sonra “Bu tez çöpe atılır” deyip herkesin gözü önünde kapağını bile kaldırmadığı tezimi çöpe attı. O çöpe atılan tezim birkaç yıl sonra tıp dünyasının üç büyük bilimsel dergisinden birinde yayınlandı. Ankara bana doçentliğimi vermedi. Sırf bu yüzden Finlandiya’da doçentlik unvanım alan ilk yabancı oldum.
Proje önerdim ‘iş mi arıyorsun’ dediler
Finlandiya’da bakteri çalışmalarını yaparken Bilkent Üniversitesi Rektörü ve Genetik Bölümü’ne başvurarak “Gelin bunu birlikte yapalım. Patenti Türkiye’ye ait olsun” dedim. Bana gelen yazılı yanıtı hala saklıyorum: “Siz galiba iş arıyorsunuz” deyip, önerimi kabul etmediler. Hacettepe Tıp’a da aynı öneride bulundum. Orası da “Bu bizi aşar” yanıtını verdi. Oysa Finlandiya’da yaptığım her şeyi Türkiye’de de yapabilirdim ama neden bilmiyorum kabul etmek istemediler.
9 ay sadece dışkı tahlili yaptırdılar
Vatan hasreti artık dayanılmaz boyutlara ulaştığı için bir dönem Türkiye’ye dönüp Başkent Üniversitesi’nde çalışmaya başladım. Ancak Finlandiya’daki bütün çalışmalarımı bırakıp benden mikrobiyoloji kliniğinde dışkı tahlili yapmamı istediler. Bu işi 9 ay boyunca yaptım. Sonunda Finlandiya’daki profesörüm “Orada ziyan oluyorsun” diye isyan etti ve Türkiye’ye beni almaya geldi. Başkent Üniversitesi’ne bu gelişimde 3. kez aynı teklifi götürdüm. Prof. Dr. Mehmet Haberal’a sunduğum teklif şöyle: “Şirkete ortak olun, size burada bir enstitü kurayım. ABD’deki teknolojiyi Türkiye’ye aktaralım. Şu anda prostat kanserlerinin teşhisinde kullanılan bir sistem var. Bu sistem size ABD’de birlikte çalıştığım şirketten geliyor. Yaratan benim Hocam… ABD’den gelmesin bize, bizden ABD’ye gitsin bu sistem. Gelin bunun patentini bir Türk üniversitesi alsın. 5 sene sonra bütün dünyaya gelecek bu sistem için Türkiye milyonlarca dolar ödeyecek; onlar bize ödesin.” Ama Haberal üçüncü kez “Biz ortak olmayız, kendimiz yaparız” diyerek önerimi kabul etmedi.
Hiçbir Türk yetkiliden tebrik almadım
Bana yurtdışında “Everest’in tepesine bayrak diken kadın” gözüyle bakıyorlar ama bugüne kadar yaptığım hiçbir buluş, hiçbir çalışma için hiçbir Türk yetkilisinden tebrik almadım; hiçbir Türk yetkilisi
tarafından aranmadım. Sadece bir kişi: Nasıl duydu bilmiyorum İskandinav Tıp Ödülü’nü kazandığım zaman Ziraat Bankası’nın eski Genel Müdürü bir tebrik kartı gönderdi; hâlâ saklarım. Elimde sadece o kart var o kadar.