KANITA DAYALI HÜMANİST TIP NEDİR?
Prof. Dr. Gülümser Heper‘ in yazısı:
Tarihsel sürece bakıldığında toplumsal yaşamı kontrol eden iki önemli kurum olan DİN ve TIBBIN birbiriyle rekabet halinde olduğunu görürüz.
Katolik Kilisesi Avrupa’ya hükmettiğinde, misyonu krallar, kraliçeler ve kitleler üzerinde mutlak kontrolü ele geçirmek ve sürdürmekti. Muhalefet edenler ise, dünyanın altındaki cehennemlerde ebedi lanetlenme tehditleri altında aforoz edilebiliyor ve hatta öldürülebiliyordu. Gücünü Tanrı’dan alan kilise, yaşamın insanın yumuşak karnı olduğunu bilerek, insanın egemenlik haklarını sonuna kadar sömürüyordu. Gücünü hümanist değerlerden alan Tıp ise utangaç bir şekilde kilisenin alanında dolaşıyor, somut sonuçlar üzerinden kilisenin egemenliğini sarsıyordu.
Modernleşme süreciyle birlikte dinin ve dinî kurumların hem toplumsal yaşamda hem de bireylerin bilincinde oynadığı etkin rolün hissedilir bir şekilde azalmaya başladığı görüyoruz. Modernleşme olarak adlandırılan süreçte dinin insan zihninden ve sosyal hayattan elini çektiğini ve modern tıbbın dinin sosyal hayat üzerindeki egemenliğini tamamen kontrolüne aldığını rahatça ifade edebiliriz. Lafın kısası içinde yaşadığımız çağda tıbbın sosyolojisinin daha doğrusu sağlık sosyolojisinin başlangıçta kiliselerin olduğu gibi toplumsal yaşamı kontrol ettiğini de rahatça ifade edebiliriz.
Zaman içerisinde tıp otoriteleri, orta çağın kilise papazları kadar güçlü bir pozisyona ulaştılar. Pozisyonlarının gücünü fark eden medya ise artık kilise zangoçları gibi, bu gücü haykırmakta beis görmüyor. Ortalama insanın zihnine hitap eden gazeteler, televizyon habercileri, diziler, ana akım medya, sağlık hikayeleri aracılığıyla toplumun çoğunluğunun zihnini kontrol ediyorlar. “Uzmanlar diyor” veya “Bilim adamları onayladı” veya “Bütün doktorlar aynı fikirde…” ile başlayan ifadelerle medya, gücü tescil ederek, bilime film fragmanlar ekliyor ve onun şemsiyesinin altında müreffeh bir hayat yaşıyor. Beyaz önlük giymek otoriteyi temsil ederken, otoriteyi kendi yanına çekmeye çalışanlar ve siyasetine malzeme yapmaya uğraşanlar, bu verimli pınardan doya doya faydalanıyorlar. Bilimin erdemini, doğruluğunu sorgulayanlara ise aynen kilise papazlarının yaptığı gibi aforoz etmekten, linç etmekten kaçınmıyor, itibarsızlaştırmak için ellerinden geleni artlarına koymuyorlar.
Herşey Rachel Carson’un 1962 yılında Silent Spring isimli bir kitap yazmasıyla başladı. Kitabında DDT’nin belgelenmiş sağlık risklerini anlatan kitap sonrası Carson kimya endüstrisi tarafından histerik olarak etiketlendi ve kitabın yalan söylediği savlayan editoryal kampanyalar başlatıldı. Dr. Andrew Wakefield, MMR aşısı olan otistik çocuklarda bir gastroistestinal inflamasyondan bahsetti. Aslında aşının otizme neden olduğu gibi doğrudan bir ifade kullanmamasına rağmen, teşhir edildi ve Glaxo kontrolündeki İngiliz sağlık bakanı tarafından sürgün edildi.
Gazeteci Carey Gillam , uzun yıllar Monsanto’nun maskaralıklarının yakın bir araştırmacısı ve bekçisi oldu. 2016’da Critical Reviews in Toxicology dergisi, glifosatın kanserojen potansiyelini inceleyen “özel bir dizi bilim makalesi” yayınladı. Dünya Sağlık Örgütü, kimyasalın kansere neden olabileceğine zaten hükmetmişti ve Avrupalı sağlık yetkilileri, herbisitin kıtadan yasaklanması konusunda ciddi bir şekilde tartışıyorlardı.
Profesyonel dergilerin kurumsal fonlu araştırmaları onaylaması ve yayınlaması için çok fazla mali teşvik yapıldı. Örneğin, Lancet , gelirinin yüzde 41’ini ilaç üreticileri tarafından satın alınan baskılardan elde ediyor. Amerikan Tabipler Birliği’nin dergisi yüzde 53 gibi büyük bir pay alıyor. Big Pharma araştırmalarının basılmasını sağlamak için dergi editörlerini rüşvete boğdular. En kötü durum ise Journal of the American College of Cardiology editoryol kurulunun tamamının görev başında Big Pharma’dan yaklaşık 15 milyon dolar rüşvet aldığının tespitiydi.
Dr. Steven Nissen, prestijli Cleveland Klinikte farmasötik kontrolün dışındaki bağımsız araştırmaların yok olacağından endişe duyan oldukça saygın bir kardiyologdur. Araştırdığı hedefler arasında Glaxo’nun gişe rekorları kıran diyabet ilacı Avandia vardı.
İlaç üreticisinden orijinal hasta bilgilerini alamayan Nissen, internete döndü ve eski New York Başsavcısı Eliot Spitzer tarafından açılan bir dava sırasında sunulan “Glaxo’ya ait bir veri önbelleğine rastladı”. Avandia için yapılan 42 klinik denemeden yalnızca 15’inin yayınlandığını keşfetmenin yanı sıra şirket, ilacın kalp krizi riskini yüzde 43 oranında artırdığına dair verileri saklıyordu.
Nissen bulgularını New England Journal of Medicine’de yayınladı; iki gün sonra FDA ilaca bir “kara kutu” uyarısı verdi. Nissen ayrıca Glaxo’nun antidepresan ilacı Paxil hakkında aynı derecede rahatsız edici bir hikâye ortaya çıkardı. Şirketin araştırması, Paxil’deki çocukların intihar düşüncelerine sahip olma olasılığının, plasebo alan çocuklara göre iki kat daha fazla olduğunu gösterdi.
Yine de Glaxo bu bilgiyi sağlık yetkililerinden ve tıp camiasından saklamıştı. Diğer hikayeler, bir ilaç onayı için sempatik destek almak için ülkelerin sağlık yetkililerine doğrudan gizli rüşvet verilmesini içerir. Eli Lilly’nin İsveçli yetkililere antidepresan ilacı Prozac’ı onaylatmak için rüşvet verdiği iddia edilen durum buydu. Satışta eski bir Eli Lilly yöneticisi olan Dr. John Virapen, İsveçlilere kişisel olarak rüşvet verdiği konusunda öttü.
2012’de ABD SEC, şizofreni ilacı Zyprexa ve antidepresan ilacı Cymbalta’yı zorlamak için Rusya, Brezilya, Çin ve Polonya’daki hükümet yetkililerine offshore hesaplar aracılığıyla rüşvet vermek için 29 milyon dolarlık bir anlaşmaya girdi. Şirket daha sonra 2013’te Çinli doktorlara Prozac reçete etmeye başlamaları için rüşvet vererek benzer bir suçu tekrarladı.
Zaman içerisinde saygın bilim dergileri, makalelerin nesnelliğinden şüphelenerek yazarların özel şirketler ve kar amacı gütmeyen kuruluşlarla olan ilişkilerini ve çıkar çatışmalarını sorgulamaya başladı. Bu engeli aşmak da kolay oldu. Şirketler kendilerini bağımsız ve çatışmasız göstermek için hayalet yazarlara ulaştılar. Şirketler, kamunun meşru ve uzman bilimsel kurumlar olduğu imajını yansıtan gölgeli kar amacı gütmeyen kuruluşları fonlayarak cephelerine siper ettiler. Bu strateji, toplumun bağımsız bilim adamları tarafından üretildiği yanılsamasına neden oldu ve böylece kurumsal mesajlarını gizlice yaymanın bir yolunu buldular.
Şirketler, kamunun dikkatini toksik kimyasallardan, zararlı gıdalardan uzaklaştırmak için birtakım sosyal faaliyetlerden de geri kalmadılar. Sanatsal, sportif, sosyal toplantılar organize ederek, toplum sağlığı üzerindeki yıkıcı etkilerini sahnenin arkasında sürdürmeye devam ettiler.
Türkiye gibi sağlık bilinci gelişmemiş toplumlarda bu eylemlerini çok daha ucuza getirdiler. Unilever firmasının bir margarin markasının, Cargill’in ortaklarının NBŞ’den üretilen gazlı içeceklerinin ya da Monsanto’un ürettiği pestisitlerin sponsorluğunda yapılan bisiklet turları ve yürüyüş etkinlikleri gibi faaliyetlerde hep bu stratejinin devamını görüyorsunuz.
Verdiğim örnekler samimi araştırmacı gazeteciler ve saygın bilim adamları tarafından kapsamlı bir şekilde rapor edilen örnekler arasında sadece birkaçı. Yine de tıbbın geldiği durumu ortaya koymak ve toplum bilincini yükseltmek için kısa bir analiz.
Çözüm elbette kanıta dayalı Tıp için mücadele vermek ve sağlıkla ilgili kararları iyileştirmek, sağlık politikalarını kanıta dayalı tıp üzerine inşa etmek. Yine hakemli dergi makalelerinin, klinik araştırmaların ve tıbbi iddiaların doğruluğunu belirlemek.
Geldiğimiz noktada liberal ekonominin kontrolünde tıbbı yeniden saygın bir noktaya çekmek olanaksız. Yerine dini koymak gibi bir ideal de taşımıyoruz elbette. Yerine koyabileceğimiz yegâne sistem bir üçüncü yolu açmak olacaktır. Ahlak ve hümanist bir felsefe önderliğinde kanıta dayalı tıbbın çözüm olacağı mutlaktır.
Kaynak: https://www.veryansintv.com/kanita-dayali-humanist-tip-nedir/
***