SAĞLIK SEKTÖRÜ VE PROF. DR. AHMET RASİM KÜÇÜKUSTA

Yazı Fontunu Büyült Yazı Fontunu Küçült Yazı Fontunu Sıfırla
<kasa fişi

Dikkat: Yazının sonunda ek var!

***

Ahmet Tuna’ nın yazısı:

Ülkelerin en önemli uğraş alanlarından ikisi Eğitim ve Sağlık. Eğitim meselesinin ekonomisi gelişmiş ülkelerde, en azından diğer ülkelere kıyasla biraz daha iyi durumda olduğu söylenebilir. Sağlık meselesinin ise, belki ekonomik olarak dünya nüfusunun ilk binde birlik bölümüne girenler hariç, tüm dünyada kötü bir seviyede olduğunu söylemek mümkün (ülkemizdeki durum da oldukça kötü ama dünya ortalamasından iyi olduğunu sanıyorum)…
Bu iki alanın da iyileştirilmesi söz konusu olduğunda, hakim düşünce, yeterli para bulunsa her iki alanın da gül bahçesine dönüşeceği yönünde. Yani yeterli parayı bulabilirseniz eğer; bol miktarda okul ve hastane yaparsınız, bunların içini modern cihazlarla donatırsınız, gerekiyorsa daha çok sayıda öğretmen, doktor, hemşire vb. yetiştirir ve istihdam edersiniz, bu personellerin maaşlarını da çok iyi seviyelere çıkartırsınız. Yani hem eğitim, hem de sağlık alanında tek ihtiyacımız olan şey para zannedilmekte. Paranın yani ekonominin rolü tabii ki var ama bence ana belirleyici etmen para değil. Her iki alanda da “tercih”den kaynaklanan problemlerin, “parasızlık”tan kaynaklananlara nazaran çok çok önde olduğunu düşünüyorum…

Eğitim ve Sağlık alanlarında yaşanagelen derin zafiyetin, ‘tercih’ ana başlığı altında toplansa da, nedenleri birbirinden farklı. İlk olarak 1760 yılında Prusya’da, ‘itaatkar toplum yaratma’ amacıyla başlatılan Zorunlu Eğitim, bugün de dünyanın neredeyse her yerinde, iktidar hangi anlayışın elindeyse bu anlayışa itaat edecek insan yetiştirme yolunda devam etmekte. İnsanoğlunda doğuştan varolan merak duygusunu körelterek, herkesin sahip olduğu ayrı ayrı binbir özelliği tornadan geçirip dümdüz ederek ve de zorunlu olmayan eğitim süreçlerini de bu yola çekerek… Finlandiya, İsveç, Norveç, Danimarka, Hollanda gibi ülkelerde eğitim anlayışı bir parça bu çizginin dışına çıkarmış gibi görünse de, özünde oralarda bile durum bence çok farklı değil. Yani eğitim meselesinin ana sıkıntıları 18. yüzyıldan bu yana varolan bu tercihten kaynaklanıyor…

Sağlık alanında ise gerçek sorunların en önemli kaynağı, sağlık sektörünün kâr arayışı. Sermayenin milleti, dini olmadığı gibi, insani bir bakışı da doğal olarak yok. Sermaye, kendisi için daha kârlı gördüğü durumlarda; milliyetçi kimliğe de bürünür, dindar da olur, insancıl da, yani sadece öyleyMİŞ gibi görünür. Bunu kârını korumak veya artırmak için yapar. ‘Kurda kuzu teslim edilmez’ demiş atalarımız. Biz ise tutmuşuz sağlığımızı teslim ediyoruz sisteme. Yani burada da meselenin özünde bir tercih var. Sağlığımızı Küresel Sağlık Sektörüne emanet etmeye bizi yönlendiren bir tercih bu…

Bu yazıyı sağlık sistemi ve Prof. Dr. Ahmet Rasim Küçükusta’nın bu konudaki açıklamalarından bahsetmek üzere tasarlamıştım. Hem Eğitim hem de Sağlık konularının sadece para sorunu çözülse çok iyi durumlara gelebilecekleri şeklindeki genel kanıdaki ortaklıkları nedeniyle, bu iki alan üzerinden giriş yapmayı tercih ettim. Ama giriş tahminimden biraz uzun oldu maalesef…
*****
Prof. Dr. Ahmet Rasim Küçükusta, sağlık sektörünü bence çok iyi özümsemiş bir bilim insanı. Onun söylediklerinden alıntılarla sektörün durumunu açıklamak çok daha doğru görünüyor çünkü aksi halde ‘sen sağlıkçı değilsin ki, sağlık sektörü hakkında yorum yapıyorsun’ eleştirisi ile karşılaşmak mümkün…
Prof. Küçükusta’nın, ‘İyi Doktor Nasıl Anlaşılır’ başlıklı makalesi, sorunun bir bölümünü özetleyen önemli bir yazı:
‘İyi Doktor Nasıl Anlaşılır’..

Bir sağlık ocağı, özel veya devlet hastanesi polikliniği gibi günün her saati, her cinsten, her yaştan hastaların başvurduğu bir kurumda, size abartmadan söylüyorum, iyi yetişmiş bir pratisyen doktor hastalarının %50’sinin tanısını onları sadece dikkatle dinleyerek ve sorgulayarak koyabilir. Kalan %40’ının hastalığının ne olduğu ise dikkatli bir muayene ile kesin olarak anlaşılır. %10 hastadan ise kan, idrar tahlilleri, röntgen, ultrason, tomografi vb. incelemeler istemek gerekir. Tıptaki baş döndürücü ilerlemelere ve neredeyse her gün yeni bir inceleme yöntemi çıkmasına rağmen hastalıkların tanısında hastanın dinlenmesi ve dikkatli muayenesi önemini hiçbir zaman yitirmiyor, yitirmeyecek de. Ama pratikte durum tam bunun tersinedir. Hastaların ancak %10 kadarına herhangi bir inceleme yapma gereği duyulmazken, %90′ ı elinde bir tomar istek kağıdı ile laboratuvar laboratuvar dolaşmaya başlar. Bu durum özel poliklinikler için de böyledir, resmi poliklinikler için de.

Özel polikliniklerde muayene daima ucuzdur, durum laboratuvar incelemeleri ile toparlanmaya çalışılır. Hele de özel sağlık sigortası olan hastalar mutlaka ayrıntılı olarak incelenir. ‘Boğazı ağrıdığı için gittiği poliklinikte çok iyi bir doktorla karşılaşan ve bütün kan, idrar tahlilleri yapılan, filmleri, ultrasonları çekilen, ama çok şükür hepsi de temiz çıkan’ pek çok mutlu hasta vardır. Özel polikliniklerimizin tıbbi incelemeye verdikleri önemin, Avrupa ve Amerika standartlarının çok üstünde olduğunu iftiharla söyleyebiliriz.

Devlet veya üniversite hastaneleri ya da sağlık ocakları gibi resmi kurumlarımız da inceleme konusunda çok duyarlıdırlar. Burada günde 50-100 hasta muayene etmek zorunda olan doktorlarımızın hastaları yeteri kadar dinlemeye, sorgulamaya ve muayene etmeye zamanları olmadığı için, bu eksiklik laboratuvar incelemeleri ile kapatılmaya çalışılır. Hemen her hastadan bir laboratuvar incelemesi istenir ve böylece hastalara el bile değdirilmeden yakın ilgi gösterilmiş olur.

Hastalardan çok fazla inceleme istenmesinin bir başka nedeni ise bilgilerin her geçen gün çığ gibi artması yanında, tıp eğitiminin eksik ve yetersiz olmasıdır. Doktorlar da, bu kusurlarını ister istemez laboratuvar incelemeleri ile örtme yoluna gitmektedirler. Tıp eğitimi, en gelişmiş, adı da kendi de büyük, hocası bol fakültelerimizde bile iyi değildir. Eğitim, daha çok teoriktir ve asıl önemli olan pratik uygulamaya gereken önem verilmemektedir. Tıp fakültelerinin meslek liselerinden bir farkı kalmamıştır ve tıp diploması uzmanlık sınavına girme hakkı vermesi dışında fazla bir işe yaramamaktadır. İyi doktor, sizden hemen bir dizi kan tahlili, röntgen, endoskopi, tomografi gibi incelemeler isteyen değil, sizi dikkatle dinleyen, sorgulayan ve muayene eden doktordur.”

Küresel Sağlık Sektörü’nün çıkarına böylesi daha kârlı göründüğü için sürecin bugün böyle işlediğini düşünüyorum…
*****
Bu yazıda Prof. Küçükusta’nın web sitesinde yer alan bazı konulardan örnekler vermeyi düşünmüştüm ancak yazı yeterince uzadığı için, ilgilenenlere hocanın ahmetrasimkucukusta.com adresindeki sitesini incelemelerini öneririm. Hoca bu sitedeki pek çok yazıda sektörün ana amacının kâr olduğunu ve bu durumun da sağlığımız için tehdit oluşturduğunu, açık bir dille anlatıyor. Daha sonraki bir yazımda Prof. Küçükusta’nın sağlığın çeşitli alanlarına dair yazdığı ışık tutan cümlelerini ele almak istiyorum…

Burada şunu da belirtmek isterim ki, tanıdığım tüm doktorların, büyük bir iyi niyet ve olabildiğince amatör bir ruhla, işlerini yapmaya çalıştıklarını, hastalarını iyileştirmeye çabaladıklarını görüyorum. Bu çabalarına rağmen zaman zaman şiddetle karşılaşmalarından da büyük üzüntü duyuyorum. Bazen ne yaparsanız yapın, yapılabilecek bir şey kalmamış da olabilir. Mutlaka kızmanız gerekiyorsa, ellerinden geleni yapmaya çalışan doktorlara, sağlıkçılara değil, Küresel Sağlık Sektörü’ne kızın. Sağlıkçılar, akvaryumdaki balık misali, kendilerine çizilmiş, önceden belirlenmiş bir çerçeve içinde, okulda öğrendikleri doğrular üzerinden işlerini yapmaya çalışıyorlar…

Kaynak: https://haberci.com.tr/saglik-sektoru-ve-prof-dr-ahmet-rasim-kucukusta/

***

EK 1 (18.4.2022): SAĞLIK SEKTÖRÜ VE PROF. KÜÇÜKUSTA (2)

Son yazımda Küresel Sağlık Sektörü hakkındaki bazı düşüncelerimi yazmıştım. Bu düşüncelerimi dayandırdığım çok sayıda kişi ve kaynak var. Bunların içinde Prof. Dr. Ahmet Rasim Küçükusta‘ya ayrı bir önem veriyorum. Geçen yazımda Prof. Küçükusta’nın sektör hakkındaki bir yorumuna yer vermiştim ama yazı uzadığı için başka yorumlarına girememiştim. Bu yazımda ise Küçükusta’nın internet sayfasından aldığım bazı yorumları paylaşmak istiyorum.

*****

Mesela hoca şu meşhur gluten hassasiyeti üzerinde duruyor ve şöyle diyor: ”Gluten hassasiyeti ile piyasa oluşturuluyor. Gluten üzerinden çok büyük bir algı kampanyası yürütüldüğüne, sinsi pazarlama oyunları yapıldığına inanıyorum. Gluteni tüm kronik hastalıkların sebebiymiş gibi göstermek en çok glutensiz yiyecek üreten endüstrinin işine gelir. Amaç insanları tabii besinlerden uzaklaştırarak hazır gıdalarla beslenmeyi “sağlıklı beslenme” olarak dayatmaktır. Bu gidişle tabaklarımızda yemeklerin yerini haplar alacaktır. Ben elimden geldiği kadar “işlenmiş tahıl unlarından yapılan yiyecekleri yemiyorum veya olabildiği kadar az yiyorum.” Unlu mamullerden uzak durmamın esas sebebi gluten değil, tahılların un ve yiyecek haline getirilirken başlarına gelen gelenek dışı uygulamalardır…”

Gluten hassasiyeti hakkında yıllar önce Popular Science dergisinde aynı yönde bir yazı okumuş ve hayretler içinde kalmıştım. Dergideki yazı hocanın cümlelerinden daha ağır ithamlarda bulunuyordu, bazı yabancı bilim insanlarının ağzından. Çok hayret etmiştim çünkü bu dergi özünde dünyada işleyen çarklara çomak sokacak yazıları yayınlayabilecek bir dergi değildi yani tam da mevcut düzenin dergisiydi ama herhalde bu konuda mızrak çuvala girmemeye başlamıştı ki, böyle bir yazı yayınlamışlardı…

*****

Prof. Küçükusta, Koah taramalarını ve bunlar üzerinden de ‘erken teşhis’ kavramını da yoğun şekilde eleştiriyor. Diyor ki: ”Modern tıbbın en büyük tuzaklarından biri de hastalık taramaları ve erken teşhistir. Kronik hastalıkların hiçbirini tarama ile erken teşhis etmek işe yaramaz çünkü bunların neredeyse tamamı hayat tarzındaki yanlışlardan kaynaklanan dolayısıyla önlenmesi mümkün olan hastalıklardır. Yapılması gereken de bu hastalıklara yol açan hatalı beslenme, hareketsizlik gibi risk faktörlerinin ortadan kaldırılmasıdır. Erken teşhis aynı zamanda da “gereksiz teşhis” ve “gereksiz tedavi” (overdiagnosis/overtreatment) demektir ve artık adeta yeni türeyen bir hastalık gibi sağlığımızı tehdit etmektedir. Hastalıkların erken teşhisi “ticari tıbba” yeni adıyla McDonald’s Tıbbı’na “müşteri” kazandırmaktan başka bir işe yaramaz.

Türk Toraks Derneği’nin akciğer hastalıklarına dikkat çekmek için, başlattığı “Nice Yaşlara” kampanyasına itirazım ve birkaç sorum var. Böyle bir kampanyanın bilimsel olarak ispatlanmış bir faydası var mıdır? Kampanya için kaç lira harcanacaktır? Masrafları dernek mi yoksa endüstri mi karşılamaktadır? Kampanyanın sponsoru endüstri ise bu neyin karşılığıdır? Bu kampanyanın amacı “akciğer hastalıklarının önlenmesi” mi yoksa “erken teşhisi” midir?
Derneğin, akciğer hastalıklarında aşırı teşhis ve tedaviye, gereksiz ilaç kullanımına dikkat çekmek için kampanya yapması daha doğru olmaz mı?”

*****

Mesela bir başka konu meme kanseri. Prof. Küçükusta, saptandığı düşünülen her 3 meme kanseri teşhisinden birinin gereksiz teşhis olduğunu söylüyor: ”Ben bunu çok yazdım dinletemedim. Taramalarla meme kanseri teşhisi konan her kadın bu sayede hayatının kurtulduğunu sanıyor ama bu doğru değil. Bu vak’aların önemli bir kısmı aşırı teşhis. Annals of Internal Medicine’deki araştırma , Danimarka’da 1980-2010 arasında 35-84 yaş arasındaki meme kanseri taramalarına katılan kadınlar üzerinde gerçekleştirildi. Analizlerde meme kanseri taramalarının ilerlemiş kanser insidansında (ilerlemiş kanser hastalarının nüfusa oranında) bir azalma sağlamadığı, her 3 kanser teşhisinden birinin aşırı teşhis olduğu sonucuna varıldı. Bu kadınlar gereksiz yere kanser stresine giriyor, gereksiz yere ameliyat oluyor, kemoterapi ve radyoterapi görüyor ve bir çuval da para harcıyorlar. Meme kanseri taramaları dayatılmamalı, kadınlara bu yüzden gereksiz kanser teşhisi konarak, gereksiz tedavilere ve bunların ölümcül de olabilen risklerine maruz kalabilecekleri açık bir şekilde anlatılmalıdır.”

*****

Hep deriz, ‘her şeyin başı sağlık’. Sağlığımız hepimizin sahip olduğu en değerli şeyimiz. Dolayısıyla sağlık alanındaki faaliyetler de insanlık için çok değerli. Prof. Küçükusta’nın yapmaya çalıştığı şey de, bazı noktalarda gözümüzü açmak. Yoksa sağlık alanına toptan kara çalmak kimsenin haddi değil tabii ki. Hoca pek çok konuda yanılıyor da olabilir tabii. Önemli olan bu konuların, gerçek uzmanları tarafından tartışılabildiği ortamların üretilebilmesi.

Doktorların %80-90’ının tamamen iyi niyetle ve insancıl duygularla hastalarını iyileştirmeye çalıştıklarına inanıyorum. Ancak aldıkları eğitimin veriliş şekli ve Küresel Sağlık Sektörünün sürekli olarak ortama yaydığı renkli dumanlar, sanıyorum bazı sağlıkçılarda bir çeşit meslek körlüğüne yol açmakta. Bu körlüğü aşabilenlerin varlığı ise yüreğimize su serpiyor.

Uzun yazıların pek okunmadığını düşündüğümden, yazıyı burada bitirmek istiyorum. Sağlık konusuna Küçükusta’nın penceresinden bakmaya başka bir yazıda devam edeceğim…

Kaynak: https://haberci.com.tr/saglik-sektoru-ve-prof-kucukusta-2/

***

EK 2 (19.4.2022): SAĞLIĞIMIZ ve PROF. KÜÇÜKUSTA (3)

Sağlık konusuna Prof. Dr. Ahmet Rasim Küçükusta‘nın gözünden bakmayı bu yazımda da sürdürmek istiyorum. Çünkü çoğumuzun sık sık söylediği gibi, ‘her şeyin başı sağlık’. Sağlık yoksa geriye kalan varların ve yokların pek fazla önemi yok. Charles de Gaulle‘ün, ‘siyaset, siyasetçilere bırakılamayacak kadar ciddi bir konudur‘ dediği söylenir. Churchill‘in de, ‘savaş, generallere bırakılamayacak kadar ciddi bir iştir‘ dediği rivayet edilir. Churchill bir siyasetçi olarak, 2. Dünya Savaşında ordusunu yönetmiş, de Gaulle ise subay olarak başladığı mesleki hayatına siyasetçi olarak devam etmişti. Yani her ikisi de, olgunluk dönemlerinde giydikleri ikinci elbiselerinde, girdikleri yeni alanın uzmanı gibi görünen kişilerin yetersizlikleri üzerine hayrete düşüp bu sözleri söylemişlerdi. Benzer cümle ekonomi alanı için de sıkça söylenir: ‘Ekonomi, ekonomistlere bırakılamayacak kadar ciddi bir konudur.’

Sadece siyaset, ordu veya ekonomi değil, her hangi bir konuya derinlemesine girdiğimizde, o konuda “uzman” olarak kabul edilenlerin önemli bir kısmının aslında vaziyeti idare ettiklerini ve konuya çok fazla vakıf olmadıklarını görürüz. Sağlık sektörü de buna dahil. Halk arasında yaygın bir söylem var: ‘Kendi kendinin doktoru olmalısın’. Halkın sağ duyusuyla üretilmiş olan bu cümleyi çok önemsiyorum…

*****

Geçtiğimiz yazılarda Prof. Dr. Ahmet Rasim Küçükusta’nın sağlıkla ilgili çeşitli alanlara dair görüşlerinden alıntılar yapmıştım. Küçükusta sağlık sektöründeki pek çok ‘uzman’ın görüşünden oldukça farklı şeyler anlatıyor ve hemen hemen hiç kimsenin değinmediği konulara giriyor. Bu yazımda da Prof. Küçükusta’dan alıntılara devam etmek istiyorum. Hoca bir yazısında, dünyada hızla düşen sperm sayılarına vurgu yapıyor:

”New York’da Mount Sinai Medical Center’da epidemiyolog olan Shanna Swan, Batılı ülkelerde sperm sayısının 1973’ den 2011’e yüzde 59 azaldığını açıklamıştı. Şubat ayında yayınlanan “Count Down” isimli kitabında daha kötü bir tablo çiziyor. 2045 senesinde tüm erkeklerin yarısının sıfır canlı spermi olacağı ve geri kalanının da sıfıra çok yakın olacağını ileri sürüyor. Swan’a göre bunun başlıca sebebi plastikten elektroniğe, gıda ambalajlarından pestisitlere kozmetik ve kişisel bakım ürünlerine kadar hayatımızdaki binlerce üründe bulunan hormon bozucu kimyasallar! Araştırmalar, erkek çocuklarda genital anomalilerin daha fazla görüldüğünü ve 1982’ den bu yana testosteron seviyelerinin senede yüzde 1 azaldığını gösteriyor. Kadınlarda da durum kötü: Düşük oranı, son yirmi yılda her yıl yüzde 1 arttı ve daha fazla kız erken ergenlik yaşıyor. Kitapta, işlenmiş gıdaları almayarak, fitalat bulunmayan ürünleri tercih ederek ve cam olanlarla plastik gıda saklama kaplarını değiştirerek evlerimizdeki zararlı kimyasalları temizlememiz tavsiye ediliyor.”

İnsanoğlunun sonunun çok uzak olmadığını düşünürüm hep. Ama bunun; ya nükleer savaşlarla, ya devasa çevre kirlilikleriyle, ya da psikolojik yapımızı kendi kendimize tahrip ederek olacağını düşünürdüm. Shanna Swan’ın yazdıklarından anlıyoruz ki, bu risklerden önce çok daha sinsi ve hızlı ilerleyen bir ‘spermlerin sıfırlanması riski‘ var, insan soyunun tükenmesine yol açabilecek. Bunun böyle olmasını dünyanın egemen insanları muhtemelen istiyorlardır. Çünkü onlara göre dünya fazlasıyla kalabalık bir yer. Dünyanın tamamen onlara, yani birkaç bin ya da bilemedin birkaç milyon kişiye kalması, sanıyorum çok hoşlarına gider. Onların bu gidişi istiyor ve körüklüyor olmaları çok doğal ama doğal olmayan şey, bizlerin de farkında olmadan bu gidişi onaylayan hayatlar sürüyor olmamız ve koşa koşa ve de çok istekli bir şekilde bu yolda ilerliyor olmamız. Plastik kullanım miktarımız sürekli artıyor, elektronik cihaz kullanım miktarımız da öyle, kozmetik ürün kullanım miktarımız da. Bu tür ürünleri vaz geçilmez ürünler olarak görüyoruz. Oysa 100 sene önce yani dedelerimizin, nenelerimizin zamanında bunların hiç biri yoktu ve sanıyorum bizlerden çok daha mutlu yaşıyorlardı. Tabii ki yeni şeyler icat edilecek ve yaşam sürekli olarak değişecek ancak atılan yeni adımlarda ilk sorgulanması gereken, bu gelişmelerin fiziki ve ruhsal sağlığımıza etkileri olmalı diye düşünüyorum. Olumsuz etkiler saptanırsa ve başlangıçta değil de daha sonra da fark edilse bile, gerekli tavırların alınması gerekiyor. Dünya devletleri (belki sadece Kuzey Kore hariç) mevcut egemen güçlerle paralel davranmayı çok önemsediklerinden, bu tür temel meselelerde (plastiğin, kimyasalların, elektronik cihazların, kozmetik ürünlerin yaygınlaştırılması gibi konularda) egemen güçlerle ters düşmeye yanaşmazlar düşüncesindeyim. Bu nedenle bu tür konular Sivil Toplum Kuruluşlarının ilgisini gerektiriyor. Egemenler tabii ki STK’ların güçlü bir tavır ortaya koyma ihtimaline karşı da sürekli olarak önlem üretiyorlardır ama düşünmemizi engelleyemezler. Vahim nokta, insanoğlu bu tür problemler hakkında düşünmüyor bile… Bizler daha fazla elektronik cihazlara boğulup, daha fazla plastik ürünler içinde yüzmeyi ve gitgide daha fazla kozmetik ürünler kullanmayı seviyoruz. Bu durum, giderek daha fazla kendimize yabancılaştığımıza ve daha fazla zihinsel şaşkınlık içine girdiğimize işaret ediyor, bence…

*****

Prof. Küçükusta temizlik meselesini de, sağlığımıza ciddi zararlar verecek seviyede abarttığımızı düşünüyor:

”Gebe kadının kullandığı antibakteriyel ürünlerin anne karnındaki bebeğe geçebileceği ve çeşitli gelişim ve üreme sorunlarına yol açabileceği bildirildi. Amerikan Kimya Derneği’nin San Francisco’daki senelik toplantısında sunulan rapora göre, 184 gebe üzerinde gerçekleştirilen araştırmada “triklosan” isimli antibakteriyel kimyasal gebe kadınların tümünün, “triklokarban” ise yüzde 85’ inin idrarında tespit edildi. 33 kadının göbek kordon kan örneklerinin yarısından fazlasında “triklosan”, dörtte birinde ise “triklokarban” bulunduğu da ortaya çıktı. Bu sonuçlar, kimyasalların anne rahminde gelişmekte olan bebeğe de geçtiğini gösteriyor. Triklosan, triklokarban ve parabenler gibi antibakteriyel kimyasalların hem ispatlanmış bir faydaları olmadığını hem de kanser ve alerjilerden astıma, antibiyotiklere dirençli bakterilerin oluşumundan kısırlık ve gelişim bozukluklarına sayısız zararları olduğunu defalarca yazdım. Hijyen hastası kadınlarımızı bir kere daha duyuruyorum: Bırakın şu antibakteriyel ürünleri!

Prof. Küçükusta çamaşır suyu kullanımının koah riskini önemli oranda artırmasına da vurgu yapıyor:

”Temizlik ürünleri sadece kadınları değil hatta onlardan daha çok erkekleri etkiliyor ve ölüm risklerini artırıyor. Kafayı temizliğe fazla takmak doğru değil. Beyaz sabun, sabun tozu ve Arap sabunundan vazgeçmeyin.”

*****

Ahmet Rasim bey dişleri macunla düzenli fırçalamanın çürükleri önlemede sanıldığı gibi etkili olmadığını da anlatıyor:

”British Dental Journal’da yayınlanan çalışmada seçkin sporcuların dişlerini günde en az iki defa fırçalamalarına ve diş ipi kullanmalarına rağmen diş çürüklerinin ve diş eti hastalıklarının onlarda daha çok olduğu ortaya çıktı. Sporcular ağız sağlıklarına önem veriyor, yüzde 94’ü dişlerini günde iki defa fırçalıyor, yüzde 44’ü diş ipi kullanıyor, düzenli olarak diş hekimlerini ziyaret ediyordu. Sporcular ayrıca sigara içmiyor ve sağlıklı bir diyet uyguluyorlardı ama yüzde 87’si düzenli olarak spor içecekleri içiyor, yüzde 59’u enerji barları ve yüzde 70’i de enerji jelleri kullanıyordu. Araştırmanın başı olan J. Gallagher bu durumu sporcuların çok fazla şekerden zengin spor içecekleri, enerji jel ve barları kullanmalarına bağlıyor. ABD’de şeker endüstrinin bilim adamlarına para vererek şeker ve kalp hastalıkları arasındaki ilişkiyi önemsizmiş gibi gösteren, yağı esas suçlu gibi öne çıkaran makaleler yazdırdığını, hükümet tarafından yaptırılan araştırmaları ve bu araştırmalara dayanılarak hazırlanan kılavuzları kendi menfaati için nasıl etkilediğini hatırlatırım. Dişlerdeki erozyonu önledikleri ve hassasiyeti giderdikleri iddiasıyla satılan pahalı diş macunlarının işe yaramadığı, bunun bir pazarlama sloganı olduğu gösterilmiştir. Günde 2 defa ağız gargarası kullananlarda diyabet riski %55 oranında daha yüksektir. Diş macunlarında, bazıları kanserojen etkisi de olan birçok kimyasal bulunabileceğini de unutmayalım. Dişlerimizi, diş etlerini ve dil yüzeyini sabah akşam yemekten sonra macun kullanmadan fırçalayalım, diş ipi ile diş aralıklarını temizleyelim, ağzımızı tuz-karbonat karışımı su ile güzelce çalkalayalım.”

Sağlık konusunu çok önemsiyorum ve Prof. Küçükusta’nın ezber bozan sözlerine kulak verilmesi gerektiğine inanıyorum. Bu vesileyle de herkese sağlıklı bir yaşam diliyorum…

Kaynak: https://haberci.com.tr/sagligimiz-ve-prof-kucukusta-3/

***

Yazı için 1 yorum yapılmış:

  1. Cevdet Tokat dedi ki:

    Kellim kellim la yenfa=Söye söyle boşuna ya da yaz yaz boşuna. Bizimkisi de o meyanda, Ahmet hocam, ben ve bizim gibi düşünen az sayıda hekimin bu gidişattan endişe duyması idarecilerin üç maymunu oynamasını değiştirmiyor maalesef. DPT de kapatılmış, bu işleri planlayacak bir kurum yok galiba. Saldım tosunumu çayıra, gerisini Mevlam kayıra durumunu yaşıyoruz…

Siz de yorumunuzu paylaşın: