GÖZÜNÜZ AYDIN, GÜN AŞIRI NÖBET KALDIRILMIŞ!
Prof. Dr. Alişan Yıldıran‘ ın yazısı:
Değerli okuyucular, 3 Eylül günü kendisi de bir çocuk hekimi olan Sağlık Bakanının bu müjdesi vesilesi ile, suya sabuna dokunmadan hâtıralardan ve hatıra getirdiklerinden bahsedelim. Belki şu meşum pandemi kelimesini unutturur, bazı arkadaşlara asistanlık nedir, zahmet nedir, neden çekilir hatırlatmış oluruz.
Resmi gazetenin aynı tarihli sayısında Tıpda Uzmanlık Yönetmeliğinde yapılan değişiklik ile ayda sekiz nöbetten fazla nöbet (dört günde bir yani) tutturulamayacağı, nöbet ertesinde de çalışmaya devam ettirilemeyeceği hükmü verildi. Hayırlı olsun..
Yönetmeliğin ilgili 5. Maddesi şöyle ‘Uzmanlık öğrencilerinin nöbet uygulaması üç günde birden daha sık olmamak kaydıyla ayda en fazla sekiz nöbet olacak şekilde düzenlenir. Gece nöbeti tutan uzmanlık öğrencileri nöbetin ertesi günü sağlık hizmeti sunumunda görev almaz. Bu hükmün uygulanmadığının tespit edilmesi halinde eğitim programları Kurulca değerlendirmeye alınır. İhlâlin mahiyetine ve durumun gereklerine göre kurumun uyarılmasından, programın eğitim yetkisinin kaldırılmasına kadar hangi yaptırımın uygulanacağına Kurulca karar verilir’ (1).
Kasım 2021 tarihli haber ise şöyle; ‘Ankara Şehir Hastanesi görevli asistan doktor Rümeysa Berin Şen’in nöbet çıkışında geçirdiği trafik kazasında vefat etmesinin ardından gündeme gelen 36 saatlik nöbetle ilgili daha önce açılan ‘fazla mesai’ ve ‘alacak’ davalarında, bu süre eğitim kapsamında değerlendirildi. Yargıtay, ilk derece mahkemelerinin 10 ayrı dosya için verdiği ret kararlarını onadı. Kararlarda, davacı ve davalılar arasında işçi-işveren ilişkisi bulunmadığı, uzmanlık için eğitim gören doktorlara iş kanunu kapsamında fazla çalışma ücreti, hafta tatili ücreti ile ulusal bayram ve genel tatil günleri ücreti ödenmeyeceğine hükmedildi (2).
Gencecik yaşında elim bir kaza ile vefat eden doktor hanıma Allah rahmet eylesin, ana babasına sabırlar versin.
Dostlar daha evvel de yazmışdım, fakir tıp fakültesini Cerrahpaşa’da bitirdikden sonra ikinci defa yapılan imtihanı kazanarak, o sırada henüz hayatta olan anneanneme de destek olurum diye tercih etdiğim, anneciğimin memleketi Trabzon’daki tıp fakültesinde çocuk ihtisasına başladım. Daha başlamadan anneannem vefat etmişdi, neye niyet, neye kısmet!
Atatürk meydanından fakülteye giden dolmuşun ön koltuğuna oturdum, yanıma yeni yardımcı doçent, yani hocam olan Ayşenur Ökten sıkışmasın mı? Beş kişilik arabaya altı yolcu alan dolmuşçu, ne etdin? Sohbet ederken saf saf daha o zaman kimsenin bilmediği yan dal yapıp memlekete hizmet etmek istediğimi söylediğimi net hatırlıyorum. O günden sonra Rize’nin eşrafından bir aileden olan ve kendisinden çok şey öğrendiğim hoca nedense beni pek bir sevdi, beş buçuk yılda bitirip, öğretim üyesi olmak maksadı ile üç yıl asistan kadrosunda hem asistan, hem öğretim üyesi gibi çalışmaya devam edip, bin bir güçlükle çıkarttırmaya muvaffak olduğum yardımcı doçent kadrosunu bir şekilde iptal etdirdi. Hey gidi günler.
Yine bir çocuk hekimi olan başka bir Sağlık Bakanı ve kendisi de bir askeri hekim olan 55 eğitim hastanesi ve bir tıp fakültesi olan üniversitenin kurucu rektörü tarafından sivilleşdirilen (!) GATA’da 1970-1974 yıllarında nöro-psikiyatri ihtisası yapan rahmetli babacığımın ‘fıçı’ nöbet tuttuğunu hatırlıyorum. Fıçı yaa, yani bir hafta klinikden çıkmadan eğitime devam ediyorsun. Tabii o zaman aklım ermiyor, ihtisasa başlayana kadar gün aşırı nöbet ne demek hiç bilmiyorum.
Meğer bugün nöbetçi isen ertesi gün de çalışmaya devam ediyormuşsun, bebek ve çocuklara mai takıp kan alıyorsun, tabii damar yolunu bulabilirsen! Damar yolunu bulamazsa ikisini de yapamazsın, kıdemlin ve/veya hocan teşhis koyamaz, tedaviyi veremezsin. Peki, saatlerce uğraşdığın, bebeğin ve annesinin perişan olması ne olacak?
O zaman tek servis vardı ve bazen 70 hatta seksen hastaya çıkıldığı, aynı kota (kot: kafesli bebek yatağı) veya kuvöze iki bebeğin yatırıldığı olurdu. Günde en az dört vizit yapılır ve vizitler en az bir saat sürer, ayakda durmakdan başımın döndüğü çok olurdu.
Kasım 1991’de başlayıp onbeş ay boyunca çekdiğim bu çile zarfında 25 kilo vermişdim, çünkü hiç uyumuyor, hastanenin berbat yemeklerini de ekseriya yiyemiyordum.
Nöbetçi olmadığım akşamlarda Uzun sokakda Gelik lokantasında yediğim yemekleri unutmak mümkün mü! İlk gitdiğimde garsonun mahallî şivesi ile ‘Ne yiyecen hemşerum?’ deyip, tabağı kafama çarpar gibi önüme bırakışını da öyle. Başka ev yemeği yapan lokanta da yok ki? Akçaabat köftecileri daha yeni açılıyor, onlarda şehrin içinde değil araba yok, o saatde dolmuş da yok. O zaman Trabzon küçücük ve fakir bir şehir. Kiralık ev yok, olsa da bekara vermiyorlar. Ee, nöbetden arta kalan sekiz saatde nerede kalacağım, üstümü başımı değişip, yıkanıp, çamaşırlarımı yıkayıp, ütüleyip, kravatımı nasıl takacağım? Kravat ya, çocuk asistanı herkese örnek olmalı, medeni insanlar olarak kravat takmalı ulen!
O zaman ki başhekim Allah selamet versin Çetin Önder hoca idi. Onun sayesinde fakültenin hemen yanında üç katlı bir bina vardı ve odaları asistanların kalmasına tahsis edilmişdi. Ne ise ki ısınma sorunu yokdu, aldığım maaşla odamı donatmışdım, resmini göstereyim (resim). İstanbul’daki annemin babamın sesini nasıl duyacağım? Cep telefonu mu? 1994’de tuğla gibi telefona 1000 dolar vermişdim! Ne ise ki rahmetli Özal otomatik telefon sistemini kurdurmuşdu da, o bekar odasına telefon bağlatmışdım, hiç olmazsa iki günde bir canım ailemle hasret giderebiliyordum.
O zamanlar gün aşırı nöbetin eziyet olduğunu, en fazla üç günde bir nöbet olması gerekdiğini hararetle savunurdum, gençlik işte. Geriye dönüp bakdığım zaman şimdiki akademik nosyonumuzu başka nasıl elde edecekdik diye düşünmemek elde değil. ‘Sağlık hizmeti sunmaya’ devam J.
Vatana millete hizmet etmeyi büyüklerimiz bize ideal olarak benimsetmişlerdi, babacığım ‘bir kürsü kap evladım’ derdi, kürsü bilim dalı manasına gelirdi. Akademisyen olmayı çok istediğim için o günlerde bile yayın yapmaya uğraşırdım. Öyle Google, pubmed, wikipedia nerde? Kütüphaneye inip index medicus denilen tozlu raflardaki koca kitaplardan makale ismi bulmaya, sonra da o makaleyi getirtmeye çalışırdık.
Gün aşırı nöbetden çıkınca da kıdemli oluyor ve bu defa yatan hastaların her şeyinden sorumlu oluyorduk. Günaşırı nöbet tutan asistan kıdemliyi arıyor ve hastanın durumunu bildiriyordu. Geceleri en az üç dört defa telefon çalıyor ve uykumda çömez (ne kadar gıcık bir kelime değil mi?) asistana şöyle yap diyordum. Sabah vizitinde, söylediklerimi hayal meyal hatırladığım halde yapılan işlerin doğru olduğunu görüyordum. Çünkü günaşırı nöbetin maksadı bu idi. Tıpkı bisiklete binmek gibi ekstrapiramidal sistemin sağladığı otomatizma ancak böyle kazanılırdı, yani hiç düşünmeden doğru kararı alabilirdin. Onun için Osmanlı o saçma ‘öğrenci’ (-ci eki gramerde meslek belirtir) kelimesi yerine ilim taleb eden manasında ‘talebe’ derdi.
Ne diyordu Yargıtay kararında? İşçi-işveren ilişkisi yokdu değil mi? Taleb etmek lazımdı, karşılığında altın bilezik olan uzmanlığı alacakdık değil mi?
İyi de bu yazının maksadı ne? Tıpçı olmayan profesör arkadaşlarımız ne der acaba?!…
Ya talim terbiyenin ne olduğunu (şimdi eğmek fiilinden türetilmiş eğitim diyolla) bilmeyen bürokratlar?
Resim: Günaşırı hatırası, mütevazi oda, sesisz çalışan alarmlı saatim, müzik seti, ütü, elektrik ocağı, kasetler, telefon, arka tarafda buzdolabı, üç maaş karşılığı 7,5 milyon liraya aldığım Sony televizyon ve Kadir İnanır.
(1) https://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2022/09/20220903-2.htm (2) https://www.gazeteduvar.com.tr/yargitaydan-saglikcilara-kotu-haber-36-saatlik-nobet-davasina-ret-haber-1541232
Geçti sevdalarla ömrüm ihtiyar oldum bugün
Ak pak olmuş saçlarımla bikarar oldum bugün
Geçti sevdalarla ömrüm ihtiyar oldum bugün
Ak pak olmuş saçlarımla bikarar oldum bugün