BİR GRAM ET BİN AYIP ÖRTER

Yazı Fontunu Büyült Yazı Fontunu Küçült Yazı Fontunu Sıfırla
Pınar Göçer

Pınar Göçer’ in yazısı:

Yemek yemeyi sadece karın doyurmak olarak görmedim ben. Lezzetli bir yemeği, güzel bir resimmiş gibi önce seyrederim, kokusunu içime çekerim ve sonunda afiyetle yerim. Düşünsenize usta ellerden çıkmış Adana Kebap’a kim hayır diyebilir? Becerikli bir ev hanımının yaptığı iç pilav, hangimizin aklını başından almaz? İyi pişmiş bir balık, bir dilim kırmızı soğan ve limonlu tere üçlüsüne ne dersiniz?

Çocukken kahvaltıdan sonra annem; sebze, meyve satan seyyar satıcılara kulak kabartırdı. En taze sebze hangisiyse, onu alır hemen de pişirirdi. Kışın domates, salatalık yemeyi aklımızdan geçirmezdik. Yazın da portakal diye tutturmazdık.

Balımızı, babamın köyünden bir balcı getirirdi. Zeytini dalından kopmuş halde alır, kendimiz tatlandırırdık. Turşumuzu, peynirimizi, tarhanamızı, yoğurdumuzu hep kendimiz yapardık. Evimizden tereyağı ve kuyruk yağı eksik olmazdı.

Sütçümüz sabah sağdığı sütleri getirirdi, kaynatırdık. Bir parmak kalınlığında kaymak olurdu üzerinde. Kaymakları biraz şeker döküp kahvaltıda mideye indirirdik. Süt pişti mi, eve kokusu yayılırdı. Şimdi nerde, öyle süt?

Durup geriye bakınca, sıradan hayatımız nasıl olduysa olmuş, ulaşılması zor bir hayale dönüşmüş. Kaçınızın böyle alışkanlıkları kaldı.

Devam edeyim, evde sütü kardeşlerim içerdi. İtiraf edeyim benim sütle yıldızım bir türlü barışmadı. Hala da içmem. Akranlarım kemikleriyle ilgili sorunlarla boğuşurken, Allaha şükürler olsun, böyle bir sorunum yok. Bu nedenle, sütün illaki de günde bilmem kaç bardak içilmesi gerektiğine inanmıyorum.

O zamanlar süt endüstrisi bu denli gelişmediğinden, anne babaları, çocuğunuz süt içmezse büyümez, güdük kalır diye korkutmazlardı. Güdük filan kalmadım.

Ben süt içmeden büyürken; tıpkı Amerikan filmlerindekilere benzeyen beyaz kutularda, uzun ömürlü sütler geldi bakkallara. Aylarca beklese de bozulmuyordu.

Ayrıca öğrendik ki, açıkta satılan sütler pismiş ve hastalık yaparmış. Yani yazın kırk dereceyi aşan bir sıcakta yaşamamıza rağmen, bir tane de süt içtiği için hastalanan arkadaşım yoktu ya. Neyse, büyüklerimiz tabii ki daha iyi bilirler.

Şunu da belirtmeden geçemeyeceğim, bizim sokağa sütçü hala geliyor ve komşularımın çoğu yoğurdunu evinde yapıyor. Oh, afiyet olsun!

Çocukluğumuzda abur cubur yemezdik. Bizim abur cuburumuz, kuru yemiş ve meyveydi. Arada da çikolata alırdık, akşamları dondurma yememize izin çıkardı. Obezite sorunumuz da yoktu. Şimdi, zayıf çocuk gördük mü, şaşkınlığa düşüyoruz.

Bir komplo teorisi ürettim: Aşağı yukarı otuz yıllık bir zaman diliminde, fast foodu, sağlıksız besinleri allayıp pullayıp vücudumuza soktular. Sonra da milleti obez yaptılar, şimdi de ilacıydı, diyetiydi bir obezite endüstrisi var.

Hiç şişman olmadım. Vücut kitle endeksimi hesapladım yirmi çıktı. Birkaç sene önce, on dokuzdu. “Hasta Etmeyin Adamı”, kitabını okurken ne öğrendim dersiniz? Vücut kitle endeksi bir standart değilmiş. Yani on dokuzu, yirmiyi görünce havalara girmemem gerekiyormuş. Kilo da, boy gibi kişiye özgüymüş. Eğer sağlıklı besleniyorsanız, hareketli bir insansanız ve abur cubur tüketmiyorsanız. İster elli kilo, ister yüz kilo, sağlıklı bir insan olmamanız için bir neden yokmuş.

Ne yalan söyleyeyim, gururla “Ben zaten tahmin ediyordum” dedim.

Hiç diyet yapmadım, yapanları da anlamadım. İnsanların dış görüntülerine kafayı bu kadar takmış olmalarını sürekli eleştirdim. Normalde, kahvaltısına bir somun ekmeği katık eden birinin, kibrit kutusu ölçüsünde peynir, üç tane de zeytin yiyerek değil midesini, aklını nasıl koruyacağını açıkçası bilmiyorum.

Sibel Can’a bütün erkekler hayrandır, çünkü çok hoş bir kadın. Zayıf mı? Değil. Banu Alkan ülkemizin Afrodit’i. Zayıf mı? Değil. Bizi böyle sevin diyorlar, biz de seviyoruz. Zayıflamalarını da istemiyoruz.

Ey şişmanlar, oyuna gelmeyin. İsminizin önüne o aşağılayıcı, “Obez” kelimesinin eklenmesine engel olun.

Prof. Dr. Ahmet Rasim Küçükusta, öyle bir kitap yazmış ki, bütün ezberleri bozmuş. Üç beş kuruş uğruna sağlığımızı, hatta neslimizi tehdit edenleri bir bir sıralamış. Gereksiz bir şekilde aldığımız ilaçları, kimyasal dolu yiyecek içecekleri, hepsini anlatmış. Bir profesörün ağzından, hem de delil sunarak kullanıldığımızı öğrenmek çok önemli.

Sadece ülkemiz değil, dünyanın genelinde doğa kademeli olarak tahrip ediliyor. Tarım alanları daralıyor; artık hayvanlar da meralarda otlamıyor. Doğal yollarla üretilmiş sebze, meyve ile et ve süt ürünleri ulaşılamayacak kadar pahalı oldu.

Sonra da diyorlar ki, geleneksel yöntemlerle tarım yaparsak, herkes aç kalır.

Biz de ne yapalım, yiyoruz.

KAYNAK: http://pinargocer.blogspot.com/2014/01/prof-dr-ahmet-rasim-kucukusta-hasta.html?spref=tw

Siz de yorumunuzu paylaşın: