BEYİN NAKLİ NASIL YAPILIR?
Doç. Dr. Kemal Yeşilçimen‘ in yazısı:
Ülkemizin iki önemli sorunundan birincisi: Hastalıkların önlenmesi ve sağlığın korunması, ikincisi ise büyük ekonomik giderlere ve bağımlılığa yol açan hayati aşı ve ilaçlarla, teknolojide bağımlılığın kırılması. Bu iki soruna çözüm bulmak amacıyla iki kurum kuruldu. Türkiye Sağlık Enstitüleri (TÜSEB) ve Türkiye Sağlık Bilimleri Üniversitesi.
Bu iki kurumun merkezi bir beyin olarak 70 yıldır eli kolu bağlanan bilim dünyamızı özgürleştirmesi gerekiyor. Bu iki kurumun amacına uygun çalışması, bilim dünyamız için beyin nakli demektir. Modern dünya, koyunlara kalp hızına duyarlı çip takmış, vahşi hayvan görünce korkudan kalp hızı artıyor, çobanına ‘kurtar’ diye mesaj atıyor. Tehlike anında, takılan çipten çobanına mesaj atarak koyunları bile koruyan bir dünyada, insanımızı koruyacak olan sağlık ve bilim kurumlarına ihtiyaç duyuyoruz.
ABD’de 1849’da yani 2 asır önce 600’ün üzerinde patentli ilaç vardı. 1985 yılında 2703 adet yerli patent başvurusu yapılan Güney Kore’de, 1991 yılında 13253 patent başvurusu yapılmış, sonra 1 yılda bu sayı 2’ye katlanmış, 1 yıl sonra ise bu sayı tekrar ikiye katlanmış ve nihayet 2008 yılında sadece yerli patentlerin sayısı 127.114 adete ulaşmıştır. Güney Kore’de 1947-2006 yılları arasında toplamda 1.111.818 adet yerli patent başvurusu yapılmıştır. ABD ise 1.000.000. patente 1911 yılında ulaşmıştır.
Bilim dünyamız, asırlardır fikir, bilim ve teknolojik yönden kastre edilmiş ve ülkeyi pazar haline getiren küresel sisteme harem ağası gibi bağlanmış bulunuyor. Bundan teknoloji, tasarım, üretim ve bizi zengin edecek bilim çıkmaz. Yıllardır bilim yapıyoruz da ne oluyor?
Da Vinci robotlarından suni kalp pompasına kadar ithal edilen milyarlarca dolarlık teknoloji bizi borca garkederken, modern sömürüye aracılık eden, keşif ve patentten habersiz taşeronlar sayesinde, bu güzel sistemi kuranlar bize sattıklarıyla zengin ve gelişmiş ülke oluyor. Bizi de gelişmekte olan ülkeler masalıyla, yalan rüzgârıyla 70 yıldır aldatıp uyutuyorlar. Ne biçim gelişmeyse, bırakın aşı ve ilaç üretmeyi, muzu bile ithal ediyoruz.
Adamlar, bizi otla çöple, alternatif masallarla meşgul ederken milyarlarca dolarlık yapay kalp, ortopedi, göz… cihazlarını, ilaçları ve yüksek teknolojiyi bize satarak köşe oluyorlar. Yıllardır insanımızın korkulu rüyası olan Kanamalı Kırım Kongo hastalığının aşısını bile üretemedik ama lafa gelince herkes araştırma yapıyor. Bu virüsleri yayan vahşi batı aşısını yapacak ve sonra da bize himmet edecek(!) Bilim dünyamızın beklentisi bu.
Bilim ve teknolojik ilerleme idrak sınırlarımız ötesinde. Beklenen Marmara depreminden bizi koruyacak araştırmaları, soykırım yasası çıkaran Fransız araştırma gemileri yapmadı mı? Batı dünyası yapar, biz seyrederiz. Bilimsel mandacılık işte bu!
Bu kadar okumuş, yazmış, yetişmiş adama, bu kadar üniversiteye rağmen neden bu haldeyiz? Altyapısı bile olmayan üniversitelerde zaman ve para gücünü tüketmek, kopya ve palavra araştırmalarla bilim yapıyor görünmek bir işe yaramıyor. Bizim araştırmalar para kazanmıyor, kıt kaynakları tüketiyor.
Milyon tane palavra yayın yapsan ne olacak? Başkalarının yaptığı araştırmaların kötü tekrarı maaşını artırsa da derde derman olmuyor. Tohuma kadar dışardan ithal ediyoruz, neden? Haremağası yöntemiyle kastre edilen üniversiteler bilim ve teknoloji üretemiyor. Çünkü sanayi – üniversite bağı küresel sistem tarafından kesilmiş, niye diyen yok. Modern sömürge yapmanın yolu bu.
Herkes yayın yaptık diye hava atarken, ülkemiz cep telefonu çöplüğü oldu. Papyonlu, sakallı, bilim adamı pozunda bir sürü zat, başkalarının keşfettiklerinin reklamını yapar, yabancıların ekmeğine yağ sürerken, bize de hacıağa gibi izlemek düşüyor. Patent ve projeye dönük olmayan palavra yayınlarla, başkasının keşfettiği akıllı robotlarla, halkı keriz yerine koyan reklamlarla kıt kaynakları çarçur etmekten ne zaman vazgeçeceğiz?
Çağımızda İlaçtan aşıya, uçaktan silaha yüzlerce trilyon dolarlık pazarın hedefi, bizim gibi bilim ve teknoloji üretemeyen ülkeler. Modern sömürüye göre tasarlanan bu sistem kıt kaynaklarımızı emme basma tulumba gibi dışarıya pompalıyor. Modern sömürüye yol açan bu sistemin baştan aşağı değişmesi gerekiyor. Ama nasıl?
Hastalıkların önlenmesi ve sağlığın korunması için tıp fakültelerindeki eğitimi ve sağlık sistemini yeniden düzenlemek gerekiyor. Eğitim ve sağlık sistemi hastalık odaklı değil sağlık odaklı olmalı. Hastalıkların önlenmesi için gıda sektörünün terbiye edilmesi ve hastalık üreten yaşam tarzının ve bunu pompalayan medyanın sağlıklı hale getirilmesi gerekiyor. Bunların yapılması şart. Ama böyle bir iradeyi henüz göremiyoruz. Görülen, hastalık ve bağımlılıktan beslenenlerin, sağlık, bilim ve teknolojik gelişimden rahatsız olması.
Milli eğitim ve yükseköğrenim bu hedefe göre düzenlenmeli. Amerika’nın kurmuş olduğu meşhur NIH ve FDA gibi kurumlardan daha üstün kurumlara ihtiyacımız var. Bilim dünyamızı bu hedeflere göre yeniden kim organize edecek? Tabii ki bu iki kurum, bilim dünyamızı ve üniversiteleri bu hedefe kilitleyen yöneten beyin olmalıdır. Üniversitelere harcanan milyarlarca dolar, ancak bu şekilde boşa gitmekten kurtulur.
Yılda 6.5 milyar dolar ARGE’ye harcayıp umulan verimi alamıyorsak, verim almayı sağlayacak bir kurum olmadığı içindir. ARGE merkezleri % 100 artmasına rağmen nitelikli projeler çıkmıyorsa, bu soruna çözüm bulacak kurumsal bir beyin olmalıdır. Kimse bilim yapıyoruz diye halkı uyutmasın. Patent ve teknolojiye dönüşen bilimsel araştırmamız var mı? Kilitlenen sorunları çözecek bilgi ve teknolojiyi kim üretiyor? Milli gelirin ne kadarını bilim ve teknolojiden kazanıyoruz? Kendi aşı ve ilacımızı üretebiliyor muyuz?
Lafa gelince herkes bilim yapıyor. Bilimde asıl konu kazanılan trilyon dolarların kimin cebine gittiği. Asıl Da Vinci’nin şifresi bu. Bu şifreyi kesintisiz çözen ülkeler zengin ve gelişmiş olur, parmağını yalarken bizim de ağzımız sulanır. Kıt kaynakları bilim yapsın mantığı ile herkese dağıtarak çarçur etmeye son vermeliyiz.
Belli hedeflere yönelik bilimsel araştırma merkezleri kurulmalı. TÜBİTAK, üniversiteler ve sanayi işbirliği sağlanmalı. Bilim ve teknolojik araştırmalar, ihtiyaçlara ve üretime dönük olmalı. Belli hedefler ortaya konulmalı ; Hayati ilaçlar, aşılar, cari açığı artıran teknolojilerin geliştirilmesi ve üretimi…
Kurucu irade ne yapmayı planlıyor bilmiyoruz. Bildiğimiz, batıdaki araştırma merkezleriyle ortaklıklar kurulacağı haberleri. Yani biz ev sahibi olacağız yine yabancılar yapacak biz de onlara takılacağız. Çünkü bilim ve teknoloji konusunda alt yapımız yok. Milyar dolarlık yatırımlar yapacak durumda değiliz. Gelecek 10 yılda ne kadar tıbbi araç ve gerece ihtiyacımız var onu bile bilmiyoruz.
Hastalıklar peşinde koşturmaktan ne yapacağımızı şaşırmış durumdayız. Sorunların ve çözümlerin tartışılacağı kongreleri düzenlemeyi bile akıl edemiyoruz. Tek bildiğimiz iyi niyetle yapılan girişimler. Sizin gibi iyi niyetle kafa yoran bilim insanlarının sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor. Onların da fikrini soran yok. 4 asırdır yabancıların ağzına bakarak iş yapıyoruz. Kendi insanımıza ne zaman güveneceğiz?
Başarılarımızı da söyleyelim: YERLİ OTO, ANKA uçağı, ALTAY tankı, ATAK helikopteri, HÜRKUŞ uçağı, GÖKTÜRK uydusu, MİLLİ AŞI ve MİLLİ İLAÇ MERKEZİ, F16 YAZILIMLARI ile bilim teknoloji savaşına yeni başladık. Başladık ama sömürü lobisi yerli otoda bile, nasıl hemen saldırıya geçti?
Yer gök ithal taşıtla doldu ama bir yerli otoya bile tahammül edemiyorlar. Bunlar Türkiye’nin bağımsız ve gelişmiş olmasını istemiyorlar. Bunların derdi Türkiye’nin modern sömürge olması. Çünkü bunların yaşaması bu sömürüden aldıkları paya bağlı. Bunların yaşaması sizlerin hasta olmasına bağlı. Yoksa yok olurlar.
Çağımızda telefondan bilgisayara, aşıdan enerjiye keşfeden ve üreten kazanıyor. Keşfettiği ile değil, tükettiği ile övünenin özgür yaşama şansı yok. Milletler ancak bu şekilde ayakta kalabilir, yoksa ayaklar altında kalır. Çağımızda milletler, ancak bilim ve teknoloji ürettiği kadar özgür ve bağımsız olabilir. Artık sokaklarda bağırarak özgür ve bağımsız olma dönemi bitti. Bağımlılığın dipsiz kuyusundan ancak bilim ve teknoloji ipiyle çıkabiliriz.
Gerçek dünyada keşfettiğiniz kadar özgür, ürettiğiniz kadar bağımsızsınız. Bilim ve teknoloji üretemezseniz, yaşama hakkınızda yoktur, şansınızda. Filistin’den Afganistan’a İslam aleminin sefaleti ve zavallı durumunun asıl nedeni bu. Doğal kaynaklara sahip 57 İslam ülkesi bilim ve teknolojide bir İtalya etmiyor. Modern sömürgecilik adı verilen bu sistemin amacı, cep telefonundan uçağa, ilaçtan aşıya ülkeleri acıtmadan sömürmektir.
Bu akıl oyunu, Üniversite – Sanayi bağını keserek teknoloji üretimini önlerken, harem ağasına çevirdiği yüzbinlerce kişilik bilim ordumuzu palavra araştırmalarla oyalıyor, uyutuyor ve kıt kaynakları çarçur ediyor. Sonuç: bilim ve teknolojide mandacılık. Kısırlığın nedeni bu. Herkes güya araştırma yapıyor da hangi sorunumuz çözülüyor ve kaç para kazanıyoruz bilen var mı? Halbuki kıt kaynakları, ‘Bilim ve Teknoloji Merkezleri’nde hayati ihtiyaçları üretmek için harcamak gerekiyor.
Küresel sistemin kurduğu hastalıklı yapıdan sağlıklı yapıya geçiş kolay olmayacaktır. Bilimsel mandacılığın rehavetine alışmış olanlar özgürlük ve bağımsızlığa karşı çıkacaktır. Kongrelerin konforuna alışanlar, yabancıların reklamını yapmaktan rant sağlayanlar bu çabalara karşı çıkmaya devam edecektir.
Orta gelir tuzağı diye kimse şifreli konuşmasın, masal anlatmasın. Sorun belli, çözüm belli: Emme basma tulumba gibi kaynaklarımızı dışarıya pompalayan tüm sistemin baştan sona değişmesi gerekiyor. Türkiye şimdi bunu başaracak bilim ve teknoloji savaşını veriyor.
KÖHNEMİŞ SİSTEM!
“Ülkemizin iki önemli sorunundan birincisi: Hastalıkların önlenmesi ve sağlığın korunması, ikincisi ise büyük ekonomik giderlere ve bağımlılığa yol açan hayati aşı ve ilaçlarla, teknolojide bağımlılığın kırılması. Bu iki soruna çözüm bulmak amacıyla iki kurum kuruldu. Türkiye Sağlık Enstitüleri (TÜSEB) ve Türkiye Sağlık Bilimleri Üniversitesi (SBÜ)” (1).
Muhterem Yeşilçimen hoca uzun yazısının hülâsasını ilk iki cümlesinde zaten çıkarmış.
“Bu kadar okumuş, yazmış, yetişmiş adama, bu kadar üniversiteye rağmen neden bu haldeyiz? Altyapısı bile olmayan üniversitelerde ….” diye sorarak devam etmiş.
Bendenizin Sağlık Bilimleri Üniversitesi hakkındaki menfî görüşüme cevaben yazdığı yorumda da “Köhnemiş sistemin değişmesi gerekiyor” serlevhası ile üniversitelere iyice bir giydirdikden sonra “Tüm sistemin baştan aşağı değişmesi gerekiyor. Yapılacak iş basit: ‘Bilim ve Teknoloji Merkezleri’ kurmak için zaman kaybetmeden üniversiteleri ve milli eğitimi, sanayi ile entegre olacak şekilde baştan aşağı değiştirmek” bunun yolunu da “Beyin hücreleri ne kadar yetenekli olursa olsun beyin değildir. Beyin; sorunları idrak eden, araştıran, çözen ve yöneten akıldır. Beynimizi üstün kılan, vücudun mükemmel çalışmasını sağlayan beyin hücrelerinin arasındaki network yani iletişim ağıdır. Öncelikle yapılması gereken iş, nitelikli beyin hücrelerinden bu anlamda bir beyin oluşturmaktır. İkinci aşamada yapılacak operasyon ise bu özelliklere sahip beyin naklidir” şeklinde öneriyordu (2).
Muhterem Yeşilçimen’in yazılarındaki fikirlerin kısm-ı âzamîsinin altına imzamı atıyorum ancak, beyin nakli olarak tavsif etdiği çözümün ütopik olduğu kanaâtindeyim. Sebebine gelince;
Bir= Köhnemiş sistem, 1839’dan beri devamlı taarruza maruz kalan, en iyi yetişmiş insanlarının hemen tamamını, ardından beş milyon metrekarelik topraklarının 5/6’sını (Bkz: Yılmaz Öztuna), ardından 2006 yılına kadar istiklâlini (Bkz: Engin Ardıç), lisânını, millî birliğini, dâr-ül fünûnunu, dâr-ül bedâîsini, en mühimmi dînini ve dolayısı ile ahlâkını, gayr-i müslimleri ile sermayesini (Bkz: Tamer Korkmaz) kaybetmiş; çözüm diye gayr-i millî uygulamalara maruz kalmış bir ülke ve toplumundan bahsediyoruz.
İki gün evvel, Muhterem Kemal Özer tam da bu konu ile alakalı çok çarpıcı bir yazı kaleme aldı (3); meâlen 13 sene okumaya mecbur edilen 19 yaşına geldiğinde OKUMA YAZMA BİLMEK dışında HİÇ bir vasfı olmayan diplomalı cahiller yetiştirildiğinin pek kimse farkında değil, farkında olanların ise şimdilik yapabileceği bir şey yok.
Bu durumda Muhterem Yeşilçimen’in “beyin nakli” önerisi türkleri ıslah etmek için batıdan damızlık erkek getirme iddiasına benzetilebilir (4). Halbuki, beynin plastisite diye bir kabiliyeti vardır. Otistik bir beyin bile olması gereken melekelerini temrin ile geri kazanabilir. Toplumumuzda da bu plastisite fazlası ile vardır.
İki= Birinci maddede naçizâne işaret etmeye çalışdığım gibi, memleketimizin en önemli sorunu “hastalıkların önlenmesi” ve “teknolojik bağımlılığın kırılması” değil; merhum Ali Fuat Başgil’in tarif etdiği kafası çalışan, lisanını ve tarihini iyi bilen, ahlaklı, seciyeli gençler yetişdirmekdir. Mevzu-u bahis maddeler de önemlidir ancak, TÜSEB ve SBÜ gibi birbiri ile hiç alakası olmayan, hele bir önceki yazımızda belirttiğimiz gibi akademik ünvan ulûfecisi olacağı anlaşılan bir kurumla değil, moleküler biyoloji ve genetik ile ilgili bir kaç yüz milyon dolarlık bir yatırım ve 40-50 kişilik bir ekible 5-10 yıl içinde çözülebilecek oldukca basit bir meseledir. Sağlık Bakanlığı dört yıl içinde aşı üreteceğiz diye herhalde bu iki kuruma güveniyor, ama aşı üretmek değil mukozal aşı ve biyolojik saldırıları önleyecek moleküler teknolojiyi gelişdirmek gerekiyor. Bu da, SBÜ gibi alt yapısını EAH’ne yani klinik bilimlere dayayan kurumlarla olmasa gerekdir. Tübitak-Mam, Gebze ve İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüleri ilmî açıdan başarılı kurumlarımıza örnekdir.
Üç= Bilim sadece sağlık alanından ibaret değildir. Gölcük depreminde Haydarpaşa asker hastanesinde idim, oradaki insanlar Osmanlıdan kalma eski binaya kaçıyorlardı, neden dersiniz? Bir de bizim üniversitenin komik binalarına bakın! Elinizi kaldırdığınızda tavana değer. Amerikan filmlerindeki üniversite binaları hukuk sistemlerinde olduğu gibi Osmanlının tarzı örnek alınarak inşa edilmişdir.
Dört= “… bu kadar üniversiteye rağmen…” Bindokuzyüzyetmişlerde ülkemizde üç büyük vilayetimiz dışındaki Erzurum, Trabzon ve Samsun’da üniversiteler kuruldu, bunların ikisinde uzun müddet çalışmış biri olarak bu üniversitelerin bulundukları bölgeler için fevkalade bir nimet olduğu kanaâtindeyim. Ancak, aynı başarının günümüzde 200 küsura ulaşmış üniversite, yüze ulaşmış tıp fakültesi ile temin edilebileceğini zannetmek ise cehaletdir. Sebebleri ayrı bir yazı konusu.
Bunlara 2500 akademik kadrolu sadece klinik tıb ile uğraşan 59 tane hastanesi olan dünyada bir örneği olmayan bir ucubenin eklenmesi, vah vah!…
Beş= Sağlık alanında içtimâî ve iktisâdî olarak çok başarılı olunsa da “Hastaneye müracaat sayısı 2009’da 245 milyon iken, 2014’de 450 milyona çıkması, bunların 90 milyonunun acil servis müracaatı” (2) yanlış giden bir şeyler var demekdir. İnsanlarımız bir zamanlar modernlik addedilen doktora gitmeyi nerede ise bir eğlence haline getirmiş, bu hastaların en az ¾’ü’nün sanal hasta olduğu ve doktorlar ve tıbdan fayda değil zarar gördüğü kanaâtindeyim. ABD’de her yıl milyonlarca insan tıpdan zarar görmekdedir (5).
Altı=Bu konularda çözümü üniversitelerin üreteceğini düşünmek mantıksızdır. Çözümün ancak güçlü bir irâde ile (başkanlık) meşhur Eton koleji ayarında bir iki lise, Stanford ayarında BİR tek üniversite kurmak ve 30 sene sabretmek ile naçizâne mümkün olacağı kanaâtindeyim.
(1) http://ahmetrasimkucukusta.com/2016/01/07/misafir-yazar/beyin-nakli-nasil-yapilir/
(2) http://ahmetrasimkucukusta.com/2014/11/05/misafir-yazar/muhterem-cumhurbaskaninin-yanildigi-kanaatindeyim/
(3) http://www.yenisoz.com.tr/bu-cocuklarin-hali-ne-olacak-nabi-hocam-makale-9082
(4) http://dunyagerceklerim.blogspot.com.tr/2012/10/turkleri-slah-etmek-icin-damzlk-erkek.html
(5) http://www.webdc.com/pdfs/deathbymedicine.pdf
beyin akli nasıl yapılır.