HEM KÂRLILIK HEM HAKLILIK NE ANLAMA GELİYOR?

Yazı Fontunu Büyült Yazı Fontunu Küçült Yazı Fontunu Sıfırla
evrensel

Ahmet Yaşaroğlu’ nun Evrensel gazetesindeki yazısı:

Son günlerde kolesterol ilaçlarının kullanımı üzerine ilginç tartışmalar yaşandı. Bir kaç namuslu bilim adamı ve kadını -Profesör Küçükusta, Profesör Karatay vb.- bu ilaçların kullanımının teşvik edilmesinde ilaç tekellerinin belirleyici rol oynadığını açıkça ortaya koydular. Bir kez daha anlaşıldı ki ilaç tekelleri insanların sağlığından çok aşırı kârlar vurmakla ilgileniyorlar ve bunu gerçekleştirmek için dev bir sistem kurmuşlar.

Sabah gazetesi yazarlarından Mehmet Barlas geçtiğimiz günlerde bu meseleden yola çıkarak kapitalizmde kârlılık ve haklılık üzerine bir yazı kaleme aldı.     

Barlas özetle şunları yazdı: “Kapitalist ekonomide başarının ölçüsü “Kâr”dır, kazançtır, büyümedir, zenginleşmektir. Kâr müstakbel zararların sigortasıdır, yeni yatırımların da kaynağıdır. Ancak kâr etmek için her yola başvurmak, kapitalizmin de kabul ettiği bir yöntem değildir. Yasalara uymak, hukuk ve ahlak dışı yöntemleri kullanmamak, haklı rekabetin kurallarını çiğnememek evrensel aklın da benimsediği ilkelerdir. Bu ilkeler çiğnenmediği takdirde, kârlılık beraberinde toplumsal faydayı da getirir. Yeni istihdam alanları açılır, toplumsal refah artar, tüketicilerin önündeki tercihler çoğalır, vergi gelirlerindeki artış ile kamunun imkanları da artar. Dolayısıyla sosyal güvenlik sistemi güçlenir, altyapı yatırımları yapılabilir, eğitimden başlayıp savunma ve güvenlik alanlarına uzanan yelpazede güçlü adımlar atılır. Kökten devletçi anlayışa sahip olanların bu gerçekleri kabul etmeleri kolay değildir….. Ancak bu “kârlılık” ile “haklılık” arasındaki ince ilişkilerin hiçbir zaman unutulmaması da gerekmekte.” Alıntıyı uzun tuttuk, çünkü söylenilenler kendi bütünlüğü içinde anlaşılsın istedik.

İlk okunduğunda bütün bunlar akla uygun ve doğru geliyor değil mi? Kapitalist sistemde kârın kaynağı artı-değerdir. Bir patron bir işçiyi kiralar, sahip olduğu üretim araçlarının olduğu yere, yani fabrikaya sokar, kendisine çalışmasının karşılığı olarak bir ücret öder. İşçi çalıştığı süre içerisinde sadece kendi aldığı ücretin karşılığını ödemekle kalmaz, aynı zamanda bu patron için bir artı-değer, yani onun üzerinden kâr edebileceği bir fazlalık da üretir. Ekonomi politikte bu ilişkinin sonucu ortaya çıkan değere artı-değer denir, bu ilişkinin özü de ücretli emek sömürüsüdür. Bu ilişki açık bir sömürü ilişkisi ve aynı zamanda kapitalizmin temel ilişkisidir. Hiç bir patron artı-değer üretmeyecek tek bir işe girmez. Bu ilişki değişmeden kapitalizmin değiştiğini ileri sürmek boşuna gevezelik etmek demektir. Kapitalizm işçinin sırtından sağlanan artı-değeri ve bunun başkalaşmış biçimi olan kârı meşru ve ahlaki bir ilişki sayar. Kapitalizmin bu temel ilişkisi kapitalizmin ideologları tarafından tartışılmaz ve sorgulanmaz.

Feodal toplumda sömürü ilişkisi daha değişikti. Serf, yani köylü yılın belirli günlerinde kendisine, belirli günlerinde senyöre, toprak beyine çalışırdı. Büyük toprak sahibine çalışılan sürede artı-ürün ortaya çıkar, feodal aristokrasi bu fazlayı kendi asalak tüketimi için kullanırdı. Yani toprak sahibinin köylüye hiç bir karşılık ödemeden topraklarında çalıştırması “ahlaki ve meşru” idi. Karşılığında “güvenlik sağlar, eğer köylüler hiç bir toprağa sahip değillerse ölmeyecekleri kadar bir ürünü köylülere verirdi. Bugün bir patronun her hangi bir işçiyi fabrikaya tıkması ve benim için karşılıksız üç gün çalışacaksın demesi olanaklı mı? Demek ki soyut ve her toplum için geçerli genel ahlak kuralları bulunmadığı gibi, öyle belirlenmiş “evrensel değerlerde” bulunmuyor.

Barlas kapitalizmde başarının ölçüsü kârdır derken bir gerçeğe parmak basıyor ama onu çarpıtılmış bir biçimde sunuyor. Doğrusu şudur: kapitalizmde üretimin nedeni kârdır. Kapitalistler kârlılık görmedikleri hiç bir alana yatırım yapmazlar, bir üretim gerçekleştirmezler. Kâr yoksa üretim araçları, fabrikalar atıl bir biçimde yatarlar. Bu durumda hiç bir kapitalist benim üreteceklerime toplumun ihtiyacı var diye üretim yapmaz. Kapitalizmin krizleri zaten bu dengesizlikler nedeniyle patlar. Daha fazla kâr etme yarışı rekabeti şiddetlendirir, rekabet dengesizlikleri ve eşitsizlikleri büyütür, büyüyen bütün bu dengesizlikler ve eşitsizlikler daha fazla kâr için yapılan üretimi artırır, sonuç aşırı üretim, elde kalan mallar, bu mallara yatırım yaparak şişmiş finans sisteminin gürültülü çöküşüdür. Spekülasyon, tüketicinin kazıklanması, verilmiş olan garantilerin yerine getirilmemesi, şirketlerin içinin boşaltılması, hileli iflaslar vb. kapitalizm için son derece “ahlaki ve meşrudur.”

Kapitalistler için “ahlaki ve meşru” olan bütün bu işlerin topluma maliyeti son derece ağır ve yıkıcıdır. Barlas’ın yukarıda tatlı tatlı anlattığı, yani kârlılığın toplumsal faydayı artırdığı, eğitime, sağlığa yapılan yatırımları artırdığı, sosyal güvenliği güçlendirdiği gibi gerekçeler palavradan ibarettir. Bugün kapitalist tekeller ve bankalar sadece kendi yaptıkları kârla yetinmiyorlar, kriz vb. nedenlerle onlara trilyonlar aktarılıyor. Bütün bunlar ise emeklilik yaşının yükselmesi, eğitimin bütünüyle paralı hale gelmesi, sosyal güvenliğin çökmesi vb. olarak topluma yansıyor. İşçi ve emekçiler ise sürekli olarak daha fazla ve daha ucuza çalışmaya zorlanıyor. Yani kapitalizmin ahlaki ve meşru gördüğü ilişkiler yıkıcı sonuçlar doğuruyor ve tüm toplum bu sonuçların faturasını ödemeye mahkum ediliyor. Demek ki kapitalist ahlak topluma zarar veriyor ve hiç bir haklılık gerekçesine sahip değil. Kapitalistler onları ahlaklı davranmaya çağıran ahlak vaazlarına kulak vermeyeceklerine göre iş onların kiralayıp sömürdüklerine, yani işçilere düşüyor. İşçiler patronlara üretim için sana neden ihtiyaç duyuyoruz dedikleri anda kapitalizmin sonu gelmiş demektir. İşte o zaman kapitalist kabuk toplumun sırtından atılır ve yeni bir toplum kurulur. Ve bu toplum sömürü ilişkilerini ve onların bütün olumsuz sonuçlarını ortadan kaldırır ve yeni ahlaki ilkeler bu temel üzerinde giderek egemen olur.

Siz de yorumunuzu paylaşın: