TIP FAKÜLTESİ BİRİNCİLERİNİN DİPLOMA TÖRENİ KONUŞMALARI

Yazı Fontunu Büyült Yazı Fontunu Küçült Yazı Fontunu Sıfırla
diploma töreni

Bundan 35 sene önce, biz öğrenciyken de tıp eğitiminin pek çok sorunu vardı; bugün de var ve şüphesiz yarın da olacak. Üstelik bilginin artık arkasından yetişilmesi imkânsız bir şekilde çoğaldığı çağımızda bu sorunlar her geçen gün daha da artacak. Tabii bir de bunun sadece bizim değil tüm dünyanın çözmeye uğraştığı bir mesele olduğunu da unutmamak lâzım.

Tıp eğitiminin bazısı bilgi ve teknolojideki inanılmaz ilerlemelerden, bazısı tıbbın materyalistleşmesinden, bazısı ilaç endüstrisinden, bazısı sağlık politikalarındaki popülist uygulamalar ve yanlışlardan ve daha pek çok başka sebepten kaynaklanan aksaklıkları var. En önemlisi de tıbbın bir bilim olduğu kadar sanat olduğunun, tıbbın ancak hoca-talebe ‘usta-çırak’ ilişkisi ile öğrenilebileceğinin ihmal edilmesi, hatta hiç dikkate alınmaması.

Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi 2008-2009 dönem birincisi Dr. Tuğba Akın mezuniyet töreninde yaptığı konuşmada tıp eğitimi ile ilgili acı gerçekleri şu sözlerle dile getiriyor:

“Bizler siyasi dengeleri hala oturmamış, sağlık politikalarının sürekli değişiyor olduğu ve hekimine gereken değer ve imkânın verilmediği bir ülkede yaşıyoruz.

Aramızda bir anket yaptık. İntern hekimlerin birçoğu kendini birinci basamak sağlık kuruluşlarında çalışmak için yetersiz hissediyor. Birincil amacın pratisyen hekim yetiştirmek olduğu fakültemizde bu durumda amaç ile sonuç birbirine uymamaktadır.

Anketteki sorularından biri de şuydu: ‘Kendi döneminizden bir hekim arkadaşınıza anne babanızı emanet eder misiniz?’ Çıkan sonuç aslında çok vahim. Sadece yüzde birimiz ailemizi tam güvenerek, aynı dönemde mezun olduğumuz hekim arkadaşına emanet ediyor.

Bu fakültenin öncelikli amacı hekim yetiştirmek değil midir? O zaman neden bazı polikliniklerde hiç hoca görmeden, sabahtan akşama kadar sadece asistan hekimlerle hasta bakıyoruz? Neden bazı bölümlerde öğrenci pratiklerini öğretim üyeleri yerine asistanlar yaptırıyor?’’

Sıra şimdi de Cerrahpaşa’ nın birincisinde

Bu sene Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’ ni birinci olarak bitiren Dr. Miray Faiz’ in diploma töreninde yaptığı konuşmada Sağlık Bakanlığından öğretim üyelerine, doktorlardan hastalara varana kadar birçok kesime çok önemli uyarılar ve mesajlar var.

Değerli meslektaşımı gönülden tebrik ediyor ve konuşmasını sizlere kendi kaleminden iletmek istiyorum:

“Sayın Rektörüm, sayın Belediye Başkanım, sayın Dekanım, sayın Hocalarım, sevgili Arkadaşlarım ve Değerli Ailelerimiz,

Altı yıllık uzun maceramızın sonundayız. Bu macera ki; 4 Ekim 2004 ‘te şaşkın ve acemi ilk adımlarla başlayıp, her geçen yıl biraz daha büyüyüp, büyürken de değişerek ve hep biraz daha Cerrahpaşalı olarak, nihayet bugün kendinden emin genç hekimler olarak son buluyor.

Neler sığdırmadık ki bu altı yıla. Önce İstanbul’ a alışmaya çalıştık ama Cerrahpaşa İstanbul’dan daha da karışıktı. Hastalara yol gösterirken zamanla biz de öğrendik hastanenin labirent vari planını. Yoğun tıp eğitimimizin teneffüslerini bir amfiden diğerine koştururken geçirdik. Hocalarımız iyi bir hekim olmak için sadece tıbbi bilginin yeterli olmayacağını sürekli vurguladılar. Ancak fakültemizin şartlarında sosyal yönlerden gelişebilmek ne mümkündü…

Yine de Günnür Hoca’ nın şiirlerini dinleyebilme, Süha Hoca’ nın renkli kişiliğindeki hoşgörüyü anlayabilme şansımız oldu. Kuru boyalarla girdiğimiz histoloji pratikleri ile ilkokul yıllarımıza dönmüşken, birden bire köy taramalarında bulduk kendimizi. Saha hekimliğinin ne kadar değerli olduğunu anlatıyordu Kemal Hoca. Bir cerrahın en zor durumda dahi hayata ne kadar pozitif bakabileceğini öğrendik Süphan Hoca’ dan.

Tiraje Hoca’ nın minik hastalara kendi çocuğuymuş gibi sarılmasını hayranlıkla izledik. Bir de bakmışız onların sayesinde bizler de hekim oluvermişiz. 

Önce hayal etmiştik hekim olmayı.. İşte şimdi, hayallerin gerçek olduğu andayız. Peki bunu mu düşlemiştik?  Bu yolun başında, iyi bir hekim olmanın yanı sıra çevresine duyarlı, sosyokültürel açıdan donanımlı bireyler olmayı istemiştik. Bunu aradığımız yer ise, hastane duvarları arasına sıkıştırılmış kantinlerden ibaretti… Üzülerek anladık ki bizim için uygun görülen öğrenci modeli sosyallikten uzaktı.

Ve bu kutsal mesleğe dair hayallerimiz de vardı. Ancak bugün hekimlerin açığı aranan potansiyel suçlu olarak görüldüğü, hasta yakınları tarafından tehdit edilmesinin marifet sayıldığı ve buna herkesin seyirci kaldığı bir dönemdeyiz. Öyle bir dönem ki; bilinçli olarak halkımız hekime karşı kışkırtılıyor. Hekimin her hareketi, hatta kendi haklarını savunması bile para arayışı olarak gösteriliyor. Tüm hastalar ilgisizlikten yakınıyor ve haklılar. Fakat toplam çalışma süresini, bakılması gereken hasta sayısına böldüğümüzde ortaya çıkan kısacık zamanda ne kadar verimli çalışabileceğimizi kimse gündeme getirmiyor. Ayrıca oluşturulan güvensizlik ortamı hasta hekim ilişkisini daha da zorlaştırıyor. Yeterli tıbbi olanak yokken, hekimden mucizeler bekleniyor. Tüm bu güçlükler içinde hata yapmaya itilen hekim, çeşitli meslek gruplarının avı haline getiriliyor.

Bilimin gelişeceği yer olan fakültelerin sadece ülkemizde değil tüm dünyada ilaç firmalarının maddi egemenliği altına girmesi; her bilimsel kongrenin, her makalenin içinde bulunuyor olmaları bugün itibariyle dâhil olduğum camiam adına beni derin endişelere sürüklüyor. İnsanlığın yararı için yapılan bilimsel bir çalışmada; terazinin diğer kefesinde herhangi bir kurumun maddi kaygıları yer alırsa ne kadar ilerleyebiliriz?

Her daim ülkemizde üniversitelerin özgürlüğünden, özerkliğinden bahsedilirken, bugün burada kendimi ne kadar özgür ifade edebiliyorum tartışmak gerekir, ancak yine de teşekkür ediyorum ki bu kürsüden fikirlerimi sizlere iletebiliyorum.

Bugün ülkemizde koruyucu hekimlik hiçe sayılmakta. Bize her daim sorulan ‘Ne doktoru olacaksın?’ sorusundan da anlaşıldığı üzere, pratisyen hekimlik artık sipariş ilaçları reçete eden, sevk edici personel olarak görülüyor. İşte bu yüzden bizler de kendimizi uzman olmak zorunda hissediyoruz. Son yılımızda iyi birer hekim olmak için çalışmamız gerekirken, sınav yarışında yorulup TUS kitapları arasında boğuluyoruz. Hekimliğe bir adım kala; günlerimizi tıbbi sekreterlik yaparak, arşiv düzenleyerek, kimi zaman hemşire doktor hasta üçgeninde kendimize yer bulmaya çalışarak, nöbetlerde uyuyacak sedye arayarak, hem kendisinden çok şey beklenen hem de kendisine güvenilmeyen ara sağlık elemanı olarak geçirdik.

İnternlikten sonraki bir ileri aşama olarak görülen asistanlık eğitiminde bizleri hiç de aydınlık günler beklemiyor. Ayda 10-15 nöbet tutan, nöbet ertesi izni olmayan, mesai saatleri belirsiz olan ve karşılığını maddi ve manevi olarak alamayan bir sürece doğru ilerliyoruz.

Her şeye rağmen; bizler hastalarını müşteri olarak görmeyen, mesleğinin muhatabının insan hayatı olduğunun bilincinde olan, hastaların arasında ayrım yapmayan sağduyulu hekimler olacağız.

Asıl amacı hekim yetiştirmek olan değerli hocalarımızın birçoğunun aynı pratik eğitimlerimizde olduğu gibi bugün de bizleri yalnız bırakması, içimi burkan bir ayrıntı oldu. Bunun yanı sıra buraya gelerek bizleri onore eden, yetiştiren hocalarıma, desteğini, sevgisini, emeğini esirgemeyen aileme, beraber büyüdüğüm, hayatı öğrenip paylaştığım arkadaşlarıma ve bu mutlu günümüzde yanımızda olan herkese çok teşekkür ederim.”

Bir başka yeni mezun

Bu da fakülteyi bu sene bitiren bir başka genç hekimin feryadı:

“Ben şunu gördüm ki, sizler beni doktor ilan ettiniz ama ben doktor değilim, sadece tıp bilgilerini yarım yamalak kafasında oturtmuş, TUS’ a çalışırken elinin altında çoktan seçmeli bir soru değil bir insan olduğunu unutmuş, hastanenin iş yükü hafiflesin diye her türlü ayak işine koşarken sadece birkaç ay sonra kendi başına kalacağını ve doktor olacağını görmemiş ve ne kadar yetersiz olduğunu bildiği halde buna isyan etmemiş ve sözlü sınavlarda aldığı şişirilmiş notların büyüsüyle kendisini gerçekten doktor sanan birisiymişim.

Ne yazık ki artık yanılgıların geri dönüşü yok, tıp fakültesini iyi bir derece ile bitiren, klinik ve pratik anlamda etrafımdaki birçok arkadaşımdan hep daha iyi olduğu söylenen bir öğrenciydim ve o kapıdan elinde diploma ile gönderdiğiniz, annemi babamı kardeşimi ve çocuğumu emanet ettiğiniz ‘hekim’ arkadaşlarımdan ve en çok da kendimden korkuyorum. Durum tahmin ettiğinizden de vahim çünkü.’’

Tıp fakültelerinin liseden farkı kalmadı

30 yıldan fazla süreden beri öğrenci, asistan, uzman ve öğretim üyesi olarak tıbbın içindeyim.

Tıp eğitiminin her geçen gün kötüye gittiğini görüyor ve geleceğimiz adına endişe duyuyorum.

Halen uygulanmakta olan eğitimin tek yararı var, o da tıp fakültesini bitirenlere TUS sınavına girme hakkını vermesi. Çünkü ezbere dayalı bu eğitim, ne pratisyen ne uzman doktor yetiştirmeye, ne de TUS sınavlarına öğrenci hazırlamaya uygun.

Meslek liselerinden bir farkı kalmayan tıp fakültelerine giren bir öğrenci daha ilk yılından itibaren uzman olmayı amaçlamakta ve tüm çabasını sadece TUS’u kazanmaya harcamaktadır.

Oysa ülkemizde doktorların sanıyorum en fazla %20’ sinin uzman olabilme şansı vardır.

Eğitimdeki bu yanlış nedeniyle, kafaları işlerine yaramayacak teorik bilgilerle dolu, ama pratisyen hekimliğin gerektirdiği bilgi ve becerilere sahip olmayan, ‘tansiyon ölçmeyi ve iğne yapmayı bile bilmeyen doktorlar’ yetişmektedir, çünkü tıp sadece kitaptan okuyarak değil, mutlaka pratik uygulamalarla ve usta-çırak ilişkisi ile öğrenilmesi gereken bir bilimdir.

Gelelim neticeye

Tıp eğitimindeki eksik ve yanlışları çok güzel dile getiren bu genç meslektaşlarımı kutluyorum. Bakalım üniversiteler, Sağlık Bakanlığı, tabip odaları bu acı ama doğru sözlerden ders çıkarıp harekete geçecekler mi yoksa kış uykusuna devam mı edecekler?

* Bir İki Üç Tıp ! isimli kitabımdan alınmıştır.

Siz de yorumunuzu paylaşın: