ANTİKORLARLA İLGİLİ SAKLANAN/BİLİNMEYEN GERÇEKLER

Yazı Fontunu Büyült Yazı Fontunu Küçült Yazı Fontunu Sıfırla
kasa fişi

Doç. Dr. Cüneyt Konuralp‘ in yazısı:

Benim yazılarımı okuyanlar artık biliyorlar. “İmmün sistem (Bağışıklık sistemi)” yerine “Antikor” kelimesini kullanmaktan haz etmediğimi, hele de antikor titresinin birşeylere kriter olarak kullanılmasına ne kadar karşı olduğumu her fırsatta dile getirdim. Fakat bu yazımda “çivi çiviyi söker” misali, inadına “antikor”dan bahsedeceğim. Antikor kavramını Antikor’dan bahsederek değersizleştireceğim… Tabii yanlış anlaşılmasın. Humoral sistemin ana komponenti olan antikorlar bağışıklık sistemi için elbette ki çok önemli; hatta hücresel bağışıklık sisteminin çalışması da kısmen ona bağlı. Benim değersizleştirmeye niyetlendiğim şey, kesinlikle “antikor”un kendisi değil, antikora atfedilen gereksiz ve yanlış anlamlar ve buna dayalı olarak varılan çok hatalı hükümler… Ne demek istediğimi ilerleyen satırlarda anlayacaksınız. “Antikora bağımlı artış/alevlenme” diye Türkçe’ye çevrilen (Antibody Dependant Enhancement [ADE]) ve ne olduğunu bu konudaki uzmanlar dahil neredeyse kimseden anlaşılır şekilde duyamadığım bir terim var. Bu yazımda bunu da herkesin anlayabileceği bir şekilde açıklayacağım ve buradan bazı sonuçlara ulaşacağım. Sıkı durun. Antikorları bu şekilde sunan bir yazıyı muhtemelen daha önce hiçbir yerde okumamışsınızdır. Ancak, yine de İmmün sistemin öğrenim sürecinde Tıp öğrencilerini dahi zorlayan çok karmaşık bir yapı olduğu ve bu nedenle yazıyı salim kafa ile okumazsanız hiçbir şey anlayamayacağınız uyarısını önceden yapmış olayım.

İlk olarak, patojen bir ajana karşı oluşan antikorların tiplerinden bahsetmek istiyorum.

Bedene giren bir yabancı organizmaya (daha doğrusu, bu organizmanın dış yüzeyindeki antijenik özellikler gösteren, kimliğini temsil eden bazı moleküllere) karşı, yabancı olduğu anlaşıldığı takdirde, beyaz kan hücrelerinin bir tipi olan B lenfositler tarafından antikorlar sentezlenir (mikroorganizmanın yabancı olduğu nasıl anlaşılır, B lenfositler nasıl aktive olur, bu antikorları nasıl sentezlerler vs. gibi detaylar bu yazının konusu değil). Molekül tanıma programı tam ve düzgün çalışan bir Humoral İmmün sistem ideal antikorlar üretir. Bu ideal antikorlar hedef molekülle karşılaştığı anda hiç ıskalamadan (sensitivitesi: %100) ona bağlanan, ancak onun dışında da başka hiçbir moleküle bağlanmayan (spesifitesi: %100) antikorlardırBir başka deyişle, antijenleri bir kilide benzetir isek, sadece bu kilide ve hem de mükemmel şekilde uyan, ancak başka da hiçbir kilide uymayan anahtarlar gibidir bu antikorlar (bu benzetmeyi, hücresel immün sistemin direkt olarak yabancı hücreyi tanıyıp saldıran özel hücrelerine de uyarlayabilirsiniz). Yukarıda bahsettiğim molekül tanıma programının hepimizde bozuk ve hatalı olarak çalıştığından daha önceki yazılarımda bahsetmiştim. Ancak, bu yazıyı okurken buna kafanızı takmayın. Bu sefer konu başka.

B lenfositlerin aktifleşmiş formu olan Plazma hücreleri tarafından sentezlenen bu antikorlar fonksiyonları açısından dört grupta sınıflandırılabilirler:

1- Nötralizan antikorlar: Patojenin konak hücreler için risk oluşturabilecek olan biyolojik fonksiyonlarını durduran (inaktif hale getiren) antikorlardır. Bu yapılar genellikle virüsün en dış yüzeyinde uzantı gibi bulunan moleküllerdir. Mesela, Corona Virüs için şu meşhur, hücreye giriş amacıyla kullanıldığı söylenen (ACE reseptörleri vs.’ye bağlanarak) Spike (S) proteinlerine karşı oluşan Anti S antikorları nötralizan antikorlardandır. Bu antikorlar antijene bağlandıkları andan itibaren virüsün etkili olma yolunu kesmiş olurlar. mRNA aşıları sadece Anti S antikorlarının oluşturulmasına destek verir.

2- Sterilizan antikorlar: Patojenin üreyebilmesini durdurabilen antikor türüdür (bazı otörler tarafından bunlar Nötralizan antikorların özel tipleri olarak da kabul edilirler). Mesela, Corona Virüs için virüsün koruyucu tabakası olan kapsid’ine ait olan Nukleokapsid (N) proteinlerine karşı oluşan Anti N antikorları sterilizan antikorlardandır. Bu proteini inaktif hale getirilen bir virüs, hücre içine girse dahi genetik materyalini çıkartıp kendisini konak hücreye kopyalattıramaz. Yani kısır kalır. Son zamanlarda kötülenerek diğer aşılara göre küçük gösterilmeye çalışılan İnaktif virüs aşıları hem sterilizan (Anti N) hem de nötralizan (Anti S) antikorların oluşturulmasına destek verirler. Bu arada, inaktif aşıların hücresel bağışıklığı tetiklemediği çoğu kişi tarafından iddia edilmiştir. Bu kesinlikle doğru bir bilgi değildir. Her türlü aşı sağladığı antijenlerle ilgili olarak humoral ve hücresel immüniteyi tetikler.

3- Binding (bağlanan, etiketleyen) antikorlar: Patojenin fonksiyonu veya üreyebilmesi konusunda rolü olmamakla birlikte, ona ait olan ve kimlik bilgilerini içeren diğer yapılarına bağlanarak onu adeta işeretleyen (tagging) ve hücresel immün sistemin dikkatine sunan antikorlardır. mRNA aşıları bu gruba da destek vermez. İnaktif virüs aşıları veriyor olabilir.

4- Non-binding (bağlanmayan) antikorlar: Patojene karşı oluşturulmasına rağmen yeterince spesifik olmadıklarından ona hiçbir şekilde bağlanamayan (veya patojenin ilgili antijeni mutasyonla değiştirildiği için boşa çıkan), işe yaramayan antikorlardır.

Şimdi biraz da antikorların moleküler yapısından bahsedelim. Çok kaba ve basit olarak geçeceğim (tabii ki, aşağıda anlatacağımdan daha komplike; ancak size bir fikir versin istiyorum). Antikor veya Immunoglobulin (Ig) dediğimiz şeyi protein (hafif ve ağır zincir adı verilen iki parçadan oluşan) ve kısmen de karbonhidrat yapısında (yani Glikoprotein türünde) bir molekül olarak düşünebiliriz. Kanın protein içeren elemanlarını ayırmak için kullanılan Elektroferez tekniğinde Gamma Globulin adı verilen grubu oluşturur. Moleküler yapısı “Y” şekline benzer (şekline google’dan bakarsanız daha iyi anlarsınız).  Bunun aşağıdaki düz olan kısmı sabit parça (fragment of constant [fc]) olarak da adlandırılır. Tüm antikorlar için bu parça aynı kabul edilir ve bu kısmın uç fragmanı hücresel bağışıklık sistemine ait hücrelerin yüzeyindeki bazı özel reseptörlere bağlanabilme özelliği gösterir. Yine, bu kısma ait başka bir alan da, Kompleman adını verdiğimiz ve detayına daha sonra değineceğim humoral sisteme ait bazı özel proteinlerin bağlanabilmesine olanak sağlar. Üstteki eğik olan kısım ise antikorun en karmaşık yapısını oluşturur. Antijenle bağlanan parça (fragment of antigen-binding [fab]) olarak da adlandırılır ve her bir antijende farklıdır. Yukarıda bahsettiğim özel ve tek bir kilidi açan (ancak ve maalesef hiçbirimizde bu kadar özel olamayan) anahtar var ya, işte bu anahtar burasıdır. Molekül tanıma sisteminin ustalıkla ayarladığı ve hedef antijene “tabir-i caiz ise- cuk oturduğu yerdir bu bölge. Yani, antikoru antikor yapan en kritik parçasıdır.

Yayınlarda veya tetkiklerde bahsi geçtiği ve çok sık karşılaştığınız için son bir detay vereyim. Antikorlar, protein iskeletinin ağır zincir yapısına göre de beş farklı türe ayrılırlar: IgA (alpha zincirli), IgG (gamma zincirli), IgM (mu zincirli), IgE (epsilon zincirli) ve IgD (delta zincirli). Bunlardan IgA ikili (iki Y birleşik), IgM ise beşli (beş Y birleşik) yapıdadır. Klasik bilgi olarak öğretilen şey, infeksiyonun akut döneminde IgM yapısındaki antikorların, kronik döneminde ise IgG yapısındaki antikorların sentezlendiğidir.

Evet… Bu temel bilgileri öğrendiğimize göre devam edebiliriz.

Antikor dendiğinde ilk başta hepimizin aklına patojen organizmaya füze gibi saldırıp onu parçalayan bir şey geliyor, değil mi? Size bir şey itiraf edeyim. Ben de eskiden gözümde öyle canlandırırdım. Belki de çok önceden seyrettiğim “Innerspace” filminden çok etkilenmiştim. Ve hatta inanın bana, buna inanan birçok Doktor da var…  Ama sistem öyle çalışmıyor. Hayalinizdeki imajı şimdi yıkacağım.

Antikor (hangi çeşit olur ise olsun) fab ucu ile patojenine ilgili antijeninden bağlandı diyelim. Bu bağlanma patojende bir hasara yol açmaz. Beklediğimiz hasar veya yok edilme iki şekilde gerçekleşebilir:

a-  fab ucu ile patojene bağlı olan antikor diğer ucu (fc) ile de hücresel immün sistemin elemanlarından birine (makrofaj, denritik hücre, vs.) bağlanır. Bu bağlanma sonucunda immün sistem hücresi yüzeyine bağlanan antikoru ve ona bağlı olan patojen ajanı içeriye alır, adeta yutar (fagositoz). Stoplazmaya alınan antikor ve patojen ajan burada güçlü ve kırıcı enzimlere tabi tutularak sindirilir. Yani hem patojen ajan hem de antikor sindirilmiş (tüketilmiş) olur. Görüldüğü üzere, antikorlar disposable (kullan-at) moleküller; bir kez bağlandıktan sonra tüketilmiş oluyor. Tekrar kullanılma şansı yok, Plazma hücresi tarafından her seferinde yeniden sentezlenmesi lazım.

b- fab ucu ile patojene bağlı olan antikorun diğer segmentine (fc) Kompleman adı verilen ufak bir protein parçacığı bağlanır. Bu bağlanma ile moleküler yapısı değişen kompleman proteini kendi türünden başka bir çeşit komplemanı bağlar ve bir dizi kompleman bağlanma dizisi gerçekleşir (buna “kompleman aktivasyonu” adını veriyoruz). Bu kompleman dizisinin devamı aslında antikor tarafından tutulup sabitlenmiş olan patojenin üzerinde gerçekleştirilir ve son adımda oluşan yapı patojenin duvarını eriterek bir delik (defekt) açılmasını sağlayan kuvvetli bir enzim etkisi oluşmasını sağlayacaktır (aslında, hayalimizdekine en yakın görüntü, Kompleman aktivasyonuyla oluşan bu hasar oldu, değil mi?). Hücre duvarında (veya kapsidinde) delik açılan bir patojenin canlı kalması mümkün değildir. Bazen de, Makrofajlar antikora ve patojene bağlanmış Kompleman zincirini ucundan tanıyarak ona bağlanabilir ve yine içine çekerek fagositozla yok edebilir. Ancak, eğer direkt kompleman aktivasyonuyla gerçekleşen patojen ölümü olmuşsa, patojenin içeriğinin ortama çıkması nedeniyle başka problemler gelişebilir. Bu artıkların her halikarda hızla fagositoz yoluyla diğer hücreler tarafından temizlenmesi gerekir.

Hücresel immün sistem sadece antikorla işaretlenmiş patojenleri tanıyacak kadar sınırlı bir yapı değildir. Natural Killer Cell gibi bazı hücresel bağışıklık sistemi elemanları, kendilerine ait özel molekül tanıma programları ile yabancı hücreleri herhangi bir aracıya gerek olmaksızın tanırlar ve hemen saldırıp yutarlar.

Peki… Antikor türlerine göre işler nasıl yürüyor? Bir de bu yönden inceleyelim.

Diyelim ki, ilgili patojene karşı B lenfositler tarafından Binding, Nekrotizan ve Sterilizan antikorlar sentezlendiler ve hücrelerarası boşluğa (interstisyum) ve kana salındılar (veya vücuttaki belirli bariyerlere yapışık olarak konuşlandırıldılar). Bu antikorlar ilgili patojenle karşılaştıklarında şu ihtimaller gerçekleşebilir:

1- Patojene eğer sadece binding antikor bağlandı ise onu sadece işaretlemiş oluyordu. Bu durumda iki olasılık vardır:

a- Patojen nötralize olmadığı (yani hücre zarındaki ilgili reseptöre bağlanacak olan proteini devre dışı bırakılmadığı) için yeterince hızlı davranabilirse veya şanslı ise hala hücre içine girebilir. Tabii, aynı patojene aynı anda nötralizan ve sterilizan antikorlar da bağlanmış olabilir. O zaman bunu yapma şansı olmayacak ve aşağıdaki maddedeki kaçınılmaza yakalanacaktır.

b- Patojen hücre içine giremeden önce binding antikorun fc (fracture of constant) porsiyonunu tanıyıp ona bağlanabilen makrofaj (veya dendritik hücre) tarafından yutulur (fagosite edilir) ve sindirilir veya kompleman aktivasyonu yoluyla yok edilir.

2- Patojene sadece nötralizan veya sterilizan antikor bağlı ise, hücreye normal giriş yolu kapanan mikroorganizma insterstisyumda hapis kalmış olur. Bu durumda ya başka yollarla hücre içinde girmeyi başarır, ki yukarıda bahsettğim ADE fenomeni bu yollardan biridir. Ya da binding antikor da bağlanana kadar bu ortamda beklemeye devam etmek durumunda kalır.

3- Bir diğer durum da şudur. Her şeye rağmen binding antikora bağlı patojen makrofaja yakalanmadan hücrenin içine girmeyi başarsa da, mekanizması tam bilinmeyen bir şekilde, infekte hücre yine de makrofajların dikkatini çekebiliyor ve fagosite edilebiliyor. Bu tabii, infekte hücrenin de ölümüyle sonuçlanan bir durumdur (rehine krizi durumu).

Antikorlar patojen ajan ortadan kaldırıldıktan sonra da vücutta dolaşmaya devam ederler. Aynı ajan seyrek de olsa bir daha ve azar azar  girerse, tüketilirler. Veya yeterince spesifik değillerse (ki maalesef genellikle yeterince spesifik değildirler) benzer antijenik yapı taşıyan başka organizma, gıda molekülleri veya beden hücrelerine de bağlanabilirler ve sonuçta tükenebilirler ve hatta ölçülemeyecek düzeylere kadar düşebilirler. Ancak, B lenfositler gerektiği durumda her zaman yeni antikor sentezleyebilirler. Çünkü, artık veri tabanında bu sipariş ürünü kayıtlıdır. Hücresel bağışıklık elemanları ise her zaman hazırdır, ilgili patojenle karşılaşırlarsa ve molekül tanıma sistemleri iyi çalışıyorsa, gözünün yaşına bakmadan yutarlar onu.

Buraya kadar anlatılan kısımlardan herhalde şunu anladınız artık… Antikorlar tabii ki çok faydalı ve gerekli. Ancak esas ve en kritik işi hücresel bağışıklık sistemi yapıyor. Hatta komplemanın yardımı olmadıkça, humoral sistemin (antikorların) patojeni yok etmesi mümkün bile değil… Şimdi belki, İmmünoloji profesörlerinin kandaki antikor seviyelerine bakarak bağışıklık düzeyi, aşının etkisi, rapel (hatırlatma) dozu gereksinimi gibi durumlarla ilgili olarak çıkarımlarda bulunmalarının bana neden saç baş yoldurttuğunu biraz olsun anlamışsınızdır…

Şimdi gelelim şu kimsenin doğru dürüst anlatamadığı, daha doğrusu herkesin anlayacağı kadar basit bir şekilde özetleyemediği “Antikora bağımlı artış” (Antibody Dependant Enhancement [ADE]) fenomenine… Nedir bu meret?

Artık yukarıdaki bilgilere sahip olduğunuz için bunu anlatmak daha kolay olacak. Bu fenomende, patojen için oluşturulan antikorlardan bazıları patojene bağlandığı halde infeksiyona engel olmadığı gibi, adeta Truva atı gibi kullanılarak mikroorganizmanın hücre içine girmesini kolaylaştırırlar. Yani oluşturulan antikorlar korumaktan ziyade infeksiyonu güçlendirmeye hizmet etmiş olurlar.

Bu nasıl olur? Patojene fab ucundan bağlı olan antikor fc ucundan da makrofaja bağlanıp sonrasında patojenle birlikte hücre içine alınıyordu ya. Bu noktadan sonra, eğer patojen bir şekilde sindirilmekten kendini kurtarır ve hayatta kalabilir ise, bu sefer avcı ava dönmüş olur. Yani patojen hücreyi infekte etmiş olur, hem de kendi türünü avlayabilecek cinsten bir hücreyi. Ve bu hücreyi kullanarak kendisini çoğaltır (hatta, aynı zamanda sterilizan antikorla da etkisiz hale getirilmişse bile. Çünkü hatırlayın, stoplazmaya girer girmez patojene bağlı olan antikorlar da sindiriliyordu. Eğer patojen burada canlı kalmayı başarırsa, kendisine yapışmış tüm antikorlardan da kurtulmuş olacaktır). ADE için bir başka mekanizma da şu: Antijene bağlı antikor kompleman da bağlamışsa, komplemanın uzayan zincirlerinden biri de makrofajın yüzeyine bağlanabilir ve antikor-antijen-kompleman zinciri makrofaj tarafından aynı şekilde içeri alınır.

Görüldüğü üzere, ADE mekanizması sayesinde virüs, normalde giriş yapamayacağı makrofaj türü hücrelere girip onu infekte etmenin bir yolunu bulmakta ve hatta bu sayede kendisine bağlanıp fonksiyonlarını sınırlayan antikorlardan da kurtulmuş olmaktadır. Ve bunu yapmak için de, milletin “aha bende bu kadar var” diye başkalarına hava attığı antikorları kullanmaktadır.

ADE’ye sebep olan antikorların binding antikor grubundakiler olduğu söylense de, bu fenomen nötralize antikorlarla da gelişebilir. Bu genellikle Dengue virüs, Batı Nil Virüsü, RSV, HIV (AIDS) gibi virüslerin farklı serotipleri ile reinfekte olunan vakalarda görülür. Özellikle HIV bu konu da çok meşhurdu. Bağışıklık sisteminin kendisini vurduğu için hastalar HIV’den değil de, basit bir enfeksiyondan dahi ölebiliyordu. Covid 19 infeksiyonu ve/veya aşısı sonrasında ADE’nin gelişip gelişmediği açıklığa kavuşturulmadı. Ancak, özellikle aşı sonrasında yüksek antikor seviyesi ile ağır hasta olan vaka örneklerini gördüğümüz düşünülürse, ADE fenomeninin burada da geliştiğini varsaymak gerek kanaatindeyim.

Bütün bu bilgileri verdikten sonra, klinik değerlendirme açısından antikorların ne kadar önemsiz ve yanıltıcı bir parametre olduğuna bir kez daha örnekleri ile değinmek istiyorum.

Bir patojenle ilgili antikor testi yaptırmak istediğinizde, ilgili laboratuvar tarafından size iki şey sorulur. Hangi antijene karşı ve hangi tip (moleküler yapı sınıflandırmasına göre) Antikor? Talep edilen Antikor tipi hemen her zaman IgG ve IgM‘dir. Diğer kriter açısından; Corona virüs’ü örnek alırsak, genellikle doktor ya SARS-Cov-2‘ye karşı diye yuvarlak konuşur (bu da bu konuda birşey bilmediğini gösterir), ya da -büyük ihtimalle- Spike (S) proteinine karşı diye belirtir (pratikte, birçok laboratuvarda Nukleokapsid (N) proteinlerine karşı antikor baktırtamazsınız). Dolayısı ile, laboratuvar sonucu olarak Anti Spike IgM ve Anti Spike IgG değerleri bildirilir. Muhtemelen birileri yorum yapabilsin diye de şu değerin altı negatif, şu değerlerin üstü de pozitif az koruyucu/orta düzeyde koruyucu/çok koruyucu gibi referans (cut-off) değerler de eklenir (bu, vahiyle gelmiş olan referans değerler konusuna hiç girmeyeceğim). Eğer, özellikle Anti Spike IgG  pozitif-çok koruyucu değerde ise doktor sizi tebrik edecektir. Aşısız iseniz, hastalığı geçirip yüksek bağışıklık geliştirmişsinizdir. Aşılı iseniz, aşı çok iyi tutmuştur ve iyi ki de aşı olmuşsunuzdur… Lakin, bir hafta sonra pozitif PCR ve ağır bir klinikle hastaneye geldiğinizde, doktorun bu seferki yorumu, ‘aşı sayesinde önceki varyantla alakalı mükemmel bir bağışıklık geliştiği halde, şu mendebur aşısızlarda gelişen (??) yeni ve tehlikeli varyantla infekte olduğu için Covid’den kurtulamadığı şeklinde olacaktır…

Evet… Birçok Hekim tarafından Antikor testinin bu şekilde isteneceğini ve bu şekilde yorumlanacağını çok iyi biliyorum. Çünkü, diğer tüm meslektaşlarım gibi ben de bu algoritma ile programlanarak Tıp Fakültesi’nden mezun edilmiştim.

Gelelim işin aslına ve doğrusuna (aşının zararlarına falan değinmeyeceğim bu yazıda; o tamamen ayrı bir konu ve isterseniz eski yazılarımdan okursunuz) … İlle de antikor mu bakacağız? Tamam, IgG ve IgM’ye bir şey demeyeceğim. Ama Allah aşkına, virüs dediğiniz şey sadece Spike proteininden mi ibaretttir? Hatırlayın, Anti S antikoru neydi? Nötralizan antikordu. Eğer mRNA aşısı sonrası bakıyorsanız, bu aşının sağlattığı tek virüs antijeni. Peki, emin misiniz Spike proteini olmadan bu virüsün hiçbir hücreye giremeyeceğine? Ben söyleyeyim, emin olmamız imkansız. Ve hatta daha ileri gideyim, Virüsün konak hücreye girebilmek için geliştirdiği tek yol bu olamaz. Biyolojinin prensiplerini biraz biliyorsam, daima bir B ve C planı vardır. Hadi yine de diyelim, tek yol buydu. Biz Spike’ı devre dışı bıraktık, çoğalmasına müdahale etmemize gerek yok, çünkü nasılsa hücre içine giremeyecek dedik, değil mi? Ancak, yukarıda bahsettim gibi, ADE fenomeni nötralizan antikorlarla da gelişebilir. Yani biz bizzat oluşturttuğumuz antikorlarla virüsün hücre içine girmesine sebep olabiliriz; böyle bir ihtimal de var. Ya hele bir de hücresel immün sistemin patojeni sindirme (parçalama) fonksiyonu ile igili olarak (aldığımız bir kimyasal madde vs. nedeniyle) bir problem mevcut ise… Ahh… İşte o zaman seyreyleyin gümbürtüyü… O takdirde oluşturduğunuz her antikor virüsü hücreye sokan ve infekte olmasına hizmet eden bir anahtara dönüşmüş olur… Bu durumda siz de, ya suçu aşısızlara atarsınız ya da, “bu kadar antikor dahi yetmiyor, daha fazla rapel yapalım ki, antikorlar daha da yükselsin” diye bunun üstüne çok bilimsel (!) açıklamalar yapmaya devam edersiniz…

Peki bunları da geçtim. Bizim biyolojimiz, doğal gelişen bir infeksiyonda nötralizan antikorlar dışında sterilizan ve binding (etiketleyen) antikorlar da üretiyor, değil mi? Sizce bunda hiçbir hikmet yok mu? Seçtiğimiz tek bir antijenle tek bir grup nötralizan antikor oluşturmak yeter mi diyoruz? İşe yaramayınca da rapel dozlarıyla aynı şeyi güçlendirelim mi diyoruz? Ve buna da Anti S antikorlarının seviyesine bakarak mı karar veriyoruz? Şaka mı bu? Bilim mi bu?

Ben size doğrusunu söyleyeyim ve bu cümleleri de ilk defa benden duymuş olun… Velev ki Corona Virüs mü girdi vücuda…

– Bedenimiz S proteini de dahil olmak üzere, virüsün hücre içine girmek için kullandığı TÜM ELEMANLARI için ayrı ayrı nötralizan antikorlar oluşturur ve aynı zamanda bu yapılara karşı hücresel bağışıklığı da tetikler.

– Bedenimiz N proteini de dahil olmak üzere virüsün ana kimliğini oluşturan ve konak hücreye girdiği zaman kendisini replike etmek (çoğaltmak) için kullanacağı TÜM ELEMANLARI için ayrı ayrı sterilizan antikorlar oluşturur ve aynı zamanda bu yapılara karşı hücresel bağışıklığı da tetikler.

– Bedenimiz virüsün fonksiyonel olmasa da tanınabilir olan TÜM ELEMANLARI için ayrı ayrı binding antikorlar oluşturup onu işaretlemiş olur ve muhtemelen ayrıca da bu yapılara karşı hücresel bağışıklığı da tetikler.

Her bir grup için kullandığım bu TÜM ELEMANLAR ne demek biliyor musunuz? Belki de tek bir virüs için onlarca, hatta yüzlerce [ve şu anki bilimimiz ile tek tek ayıklayamadığımız] farklı antijen demek. Dolayısı ile, bir veya iki farklı antijenden değil, onlarca, belki yüzlerce farklı antijenden ve her bir antijen için ayrı ayrı tesis edilmiş immün yanıttan bahsediyoruz.

Evet… Belki virüsler nanometre boyutlarında olabilir (1 nm, 1 mm’nin milyarda biri uzunluktadır. Bir başka deyişle, 1000 km’lik bir mesafenin içinde sadece 1 mm’lik yer kaplar ve ne hikmettir ki, bu boyutlarına rağmen maskenin gözeneklerinden geçemeyeceğine (!) inanmamız beklenmektedir). Ancak, mikro Evren’de bu virüsün yüzeyinde -biz fani insanların ve hatta Doçent, Profesör titrlilerimizin dahi anlayamayacağı- ne tepeler, bayırlar, ovalar, çukurlar, çukurcuklar vardır ki, immün sistemimizin molekül tanıma sistemi ile tek tek analiz edilip veri tabanına işlenmekte ve her biri için yanıt oluşturulmaktadır. Daha hücre kültürüne sokmadan virüsü bile üretemeyen veya izole edemeyen bizler bu Mikro Evrene mi kafa tutacağız? E iyi o zaman; hodri meydan…

– Bedenimiz, virüs istediği kadar mutasyon geçirsin, muhakkak onu mevcut, değişmemiş antijenlerinden biri üzerinden hala tanıyabilir ve ona göre immün yanıt oluşturur. Hatta molekül tanıma sistemi yeterince iyi tesis edilmiş ise, mutasyona uğramış antijenler üzerinden de kısa sürede immün yanıt oluşturur. Aşı ile sunduğunuz bir veya birkaç antijenin patojen organizma tarafından değiştirilmesi ise (ki aşı ile hazır olarak verilen şifrelerle patojeni öncelikli olarak bunu yapmaya sizler itimiş oluyorsunuz), aşıya spesifik olan korumanın o andan itibaren ortadan kalkması anlamına gelir (yani, kötü ve ölümcül varyantları üreten -defalarca söylediğim üzere- aşısızlar değil, aşılılardır). Bu son cümleyi de “aşı tek silahımız” sakızını çiğneye çiğneye yorulmayan meslektaşlarıma ithaf etmiş olayım. Tek ve uzak ara en güçlü silahımız kendi bağışıklık sistemimizdir. Yeter ki, onun ayarını nasıl düzelteceğimizi bulmaya (güçlendirmeye değil, ayarını düzeltmeye veya en azından daha çok bozmamaya) odaklanalım.

Her neyse… Şimdi gördünüz mü patojen bir organizmaya karşı bedende bağışıklık sisteminin ne yaptığını? Bunu bu şekilde anlatan hiçbir immünoloji kitabı bulamazsınız. mRNA aşılarını geçtim, inaktif virüs aşılarında bile virüsle alakalı antijenlerin çoğu eksik kalıyor. En iyi aşı dahi doğal yolla giren virüsün kendisi kadar kuvvetli ve kalıcı bir bağışık yanıt oluşturamaz. Ancak, hepimizin bağışıklık sisteminin ayarı -önceki yazılarımda defalarca anlattığım üzere- bozuk olduğundan, bazı hassas kişiler Corona virüs gibi -henüz bağışıklık sistemi hiç gelişmemiş bebeklerin bile bana mısın demedikleri- bir virüsün bazı antijenlerine karşı oluşturdukları immün yanıt aynı zamanda otoimmüniteye dönüştüğünden dolayı hastalığı ağır geçirebiliyor veya ölebiliyorlar.

Hiç düşündünüz mü, hastalığı geçirip de iyileşmiş olan kişilerin kanından izole edilen ve Hiper immünglobulin adı verilen özel serumların hastaların kliniğini birden nasıl düzelttiğini? Çünkü, bu serumda bulunan antikorlar virüsün aşıyla sınırlandırılmış olan antijenlerine değil, tüm (veya en azından birçok) antijenlerine karşı oluşmuş olan antikorlar. O yüzden çok daha hızlı ve etkili sonuç veriyorlar (ben Hiper İmmünglobulin kullanımını da hiç sevmem ve tavsiye etmem aslında, ancak aşı ile kıyaslamak ve anlattığım hususları da daha iyi izah etmek için örnek olsun diye bahsettim).

Buraya kadar anlatılanlar çerçevesinde, hastadaki antikor seviyesini biliyor isek, korunma ile ilgili yine de bir sonuç çıkartamaz mıyız? Tabii, ki çıkartırız. Şöyle söyleyeyim: Diyelim ki, tüm olasılıkları üçe ayırdık… a- Patojene karşı tam bir bağışıklık geliştiği durum, b- Patojene karşı hiçbir bağışıklığın gelişmediği durum veya c- Patojene karşı orta derecede bağışıklık geliştiği durum. Bu durumların her birinde, mesela Anti Spike Antikorları, sıfır (veya ölçülemeyecek kadar düşük) seviyesinde, belli bir seviyede veya cihazın ölçebildiği en üst seviyenin dahi üstünde bulunabilir. Hadi yorumlayın bakalım… Anlatabildim mi şimdi, Antikor falına bakan meslektaşlarımı dinledikçe neler hissettiğimi?

Peki… Konumuza geri dönelim… Şu PCR ve Antikor testlerinden bir kurtulsak, ortada Pandeminin falan kalmadığını göreceğiz. Patojenin belki de yüzlerce farklı antijenlerinden sadece birine karşı oluşturulan Antikora bakıp ne sonuç çıkartabileceğinizi sanıyorsunuz? Bilimsel bir analiz ancak patojenin tüm antijenlerine karşı oluşan humoral (hadi bunu antikorlarla ölçmüş olalım) ve hücresel immün sistemin yanıtlarının ayrı ayrı gösterilmesi ile yapılabilir ki, şu andaki teknolojimizle bunu zaten yapamayız… Ancak, bunu yapamıyoruz diye, doğru bir yorum yapmamızın imkansız olduğu gereksiz testler yapmak ve bu test sonuçlarını yorumlamak için beyhude yere kastırmak, falcılık yapmak da olmuyor.

Sonuca gelelim… Her gün Televizyonda, basında, sosyal medyada Antikor seviyeleri ile ilgili bir sürü açıklama dinliyorsunuz. Verilen mesaj özetle şu: Antikor = Bağışıklık; Çok Antikor = Çok bağışıklık… Antikoru da aşı ile oluşturacağız ve her hatırlatma dozu ile bu artacak veya en azından düşmeyecek… Vatandaşın ve hatta birçok Doktorun anladığı bu… İnanın bana, ‘antikorumu yükseltmek için her şeyi yapmaya hazırım’ diyenler var. “Ben iki doz Sinovac (inaktif virüs aşısı) oldum. Param çok olduğu için üstüne Rusya’ya gittim, iki tane de Sputnik (vektör aşısı) oldum. Sonrasında da Türkiye’de de iki doz Biontech (mRNA aşısı) oldum… Hele bir Turkovac çıksın, onu da olacağım. Sonuçta hepsi de aşı değil mi? Biri yetersiz olsa, diğeri yükseltir antikoru. Böylece sırtım yere gelmez. Covid korksun benden…” Evet böyle düşünen insanlar oluştu… Tabii, devlet sırf diplomasi ile birşey halledemeyip tıbbi olarak karar verilmesi gereken bir konuda, ‘yurt dışına çıkmak isteyenler için ekstradan iki doz Biontech hakkı veriyoruz’ derse ve Bilim Kurulu’ndaki “Hekim andı” etmiş meslektaşlarım da bu konuda tek bir laf etmezse (veya ‘kayıt dışı’ olarak itiraz ettiyse ve bunun kaale bile alınmamasına tepki olarak görevinden istifa etme şerefini dahi gösterememişse) olacağı budur…

“İmmün yanıt” yerine “antikor yanıtı” diyerek bütün tartışma ve yorumları bunun üzerinden yapan Doktorlar’ın bu mesleğin ruhuna ihanet ettiğini düşünüyorum. Siz, tıbbi bir konuda siyasi olarak verilen bir karara itiraz bile etmeyip, “antikor” seviyelerini neredeyse her hususun cevabı imiş gibi gösterip bir yandan da yanlış düşündüğünüzü dayanaklarını da göstererek savunan meslektaşlarınıza “hoşt” diyemez, “şarlatan” olarak yaftalayamazsınız. Biz Hekimler bu mesleği icra etme yetkisinin bize ilk verildiği gün bir yemin ettik. Evet, hata yapabiliriz, ancak yeminimizi çiğneyemeyiz. Bu vebal çok ağır bir vebal… Susmaya çalıştıkça beni ve başkalarını konuşturtan, bazılarını ise konuşmaya çalıştıkça keşke sussaydık dedirtecek bir vebal… Zaman gözümüzü açmamız ve elimizi kalbimize ve vicdanımıza koymamız gereken bir zamandır.

Saygılarımla.

Doç. Dr. Cüneyt Konuralp 24.10.2021

Kaynak: https://www.glutensizdunya.com/antikorlarla-ilgili-saklanan-bilinmeyen-gercekler/?_gl=1*1i54e7n*_ga*YW1wLUhuWFNINGFvU3VQa01VT0xnVE8ySG9LUzdNRHBnbm9jblB1V1JMLTdFakFUdzFZZnBLSjBGc3BURGZZQjFkUlU

Yazı için 1 yorum yapılmış:

  1. Alişan Yıldıran dedi ki:

    Aferin kardeşim.

    Gayet iyi öğrenmiş, idrak etmiş ve anlaşılır şekilde aktarmışsın.

    Seni yetiştiren ana-babadan Allah cc razı olsun.

Siz de yorumunuzu paylaşın: