İYİLİK, SAĞLIK!

Yazı Fontunu Büyült Yazı Fontunu Küçült Yazı Fontunu Sıfırla
UMUR TALU

Gazete Habertürk’ te Umur Talu‘ nun yazısı:

Ciddi, hayati mevzu. Dünyanın her yerinde tartışma konusu.

Prof. Ahmet Rasim Küçükusta tartışmayı yeniden ortaya açtı.

Keşke tıp âleminin yüzü tutup tartışsa… Keşke tıp denince “aciz, sessiz” kalabilen, sığınan ama şefkate kavuşmak kadar tuzak endişesi taşıyan sıradan faniler de tartışabil-sek. Cevap istesek. Kayda geçirsek.

Küçükusta, özellikle kalp-damar hastalığı, kolesterol ilaçlarının “aşırılığı” üstüne epey şey söyledi ve…

Doktorların bir kısmı dahil. Kardiyoloji Derneği’nin ilaç firmalarıyla ilişkisini sorguladı.

Tartışmada bir taraf sayılırım. Uzun süredir o ilaçlarla yaşıyorum. Pardon, cümleyi yanlış kurmuş olabilirim. Manası “O ilaçlar sayesinde yaşıyorum”a gelebilir, ki ciddi abartma olabilir…

“Zaten yaşıyorum ama o ilaçlardan da (nedense) alıyorum” manası çıkabilir, ki ciddi hafife alma olabilir.

Kendimden bildiğim şu:

Altı yılı geçti; iki ay arayla iki ayrı hastanede, profesör nitelikli iki ayrı ekiple iki ayrı anjiyo olmak zorunda kalmıştım.

İlkinde bir tali damara stent takılıp bir, iki nispeten az tıkalı dışında başka sorun kalmadığı söylendi…

İki ay sonra, kriz eşiğinde muhtemelen, ilkinde atlanmış başka ciddi tıkalı damarlar keşfedilip sabah hemen “by-pass” gerektiği beyan edildi.

Ertesi sabahı by-pass değil, pas geçtim! İki ayrı anjiyonun CD’lerini (imkân olduğu için) başka doktorlara da yolladık.

İkiye ayrıldılar: Acil by-pass diyenler ile hass diyenler!

Aynı alanda uzman, onca tahsil üstü binlerce hasta deneyimli, sorumluluk sahibi insanlardan söz ediyoruz.

“Müspet ilim” puanıyla girdikleri uzun fakültelerden hassas İhtisasla bugüne gelmiş bilim İnsanları. Ama bilimsel kesinlik keskin biçimde yok işte! Nİce savcı ve yargıcın da kanunlara bakarken hissedemediği gibi, bir felsefe var. (Başka niyet yoksa elbet!)

Aynı hasta ve aynı verilerle farklı yorum var.

Hastanın kalbini, damarlarını gören ama; esas kalbini, ruhunu, kişiliğini, kimliğini, hayat şartlarını, mutluluğunu, mutsuzluğunu, umudunu, kırıklıklarını merak edecek niyeti, vakti, takati olmayan yorumcular.

Baktıkları damarlar, kalp vesaire, belki kanserli hücre, somut bir İnsana ait değil! Bir istatistiğe, ortalamaya, kategoriye ait. Binlerce başka buralı veya dünyalı gibi. Teşhis ve tedavi formülleri, kişiye ait değil; genel.

Tamam, her hastayı tanımalarını (sevmelerini 🙂 bekleyemeyiz ama hiç hissetmeden, ruhuna dokunmadan bir hayat nasıl ele alınır!

Tanımadığım ama nedense güvendiğimiz uzaktaki bir doktora, CD’den ziyade kendimi anlattım.

Hastalığı kişileştirdim, kişiselleştirdim. (Ki kendim ve yakın çevreden tecrübeyle, bence her kalp hastalığı,her kanser ayrı; kişisel. Tedavilerin genel, ortalama olmasına rağmen.)

Sordum: Hâlâ aynı hasta mıyım?

Şimdi öğrendiği düşünme, yaşama, hissetme tarzımla artık somutlaştığımı, bu şartlarda o gerçek insana asla by-pass gerekmediğini söyledi. Bu da elbet tıbbi kesinlik değil. Bu da yorum.

Ama doktoru tek otorite olmaktan çıkaran, hastanın dünyasını, hatta doktorun kişiliğini ve felsefesini, kendini sorgulamak zorunda kalmasını da işe katabilen bir yorum.

Tamam, hastanelerin, tıbbın, makinelerin, ameliyathanelerin, kemoların, radyoların buna vakti yok.

Hastaların da bin tür imkânsızlık, çaresizlik, geç kalmışlık, teslimiyet, maddi, manevi bitkinlikle mecali yok. Ama birinci elik sorun bu: Hasta, hasta olmadan, size gelmeden önce de şahsi tarihi olan bir insandır!

Sonrası zaten tartışılmalı: Neden bu kadar çok ve sık radyasyonlu alet kullanımı?

Neden bu kadar çok (ve belirli) ilaçlar?

Neden ilaç firmalarıyla, sigorta şirketleriyle belli ilişkiler?

Neden felsefesiz, ruhsuz bir teşhis ve tedavi?

Neden ziyaret kadar ticaret!

Ve elbette:

Neden hâlâ insan yerine konmayan onca hasta, hastane personeli, hatta doktor?

Neden hastalıklarıyla ölüme yatırılan onca mahkûm ve tutuklu?

Neden işkenceye, şiddete, vahşete isyan etmeyip onay veren bunca Hipokrat?

Neden sağlığı da bir otorite, hükmetme, ayırma kayırma ve rant mevzii gören onca arsızlık!

Yazı için 1 yorum yapılmış:

  1. BİLİMİN VE DOKTORLARIN İKNA GÖREVİ YOKTUR

    Herkes, uzman doktorların tedavi ve önerilerini aklınca araştırır ve kafasına göre takılırsa, nasıl bir kaos olur?

    Bilimin insanları ikna etme gibi bir derdi yoktur. Bilimi servis eden uzmanların da hastaları ikna etme gibi görevleri yoktur. Doktorlar politikacı değil ki halkı ikna etsin. Görevleri bilimi tebliğ etmektir. Ancak doktorlar ve uzmanlar dahil herkesin, bilimden anladığı farklı olabilir. Bu nedenle bilim üreten ülkelerin ciddi bilim kurumları (AHA, ESC), bilimsel sonuçları bilimsel rehberler halinde özetler ve her yıl bu rehberleri bilimsel gelişmelere göre yeniler. Doktorlar da gri alanlar hariç, ihtilafa düşmeden bu rehberleri ülke koşullarına göre hastalara servis ederler. Tedavilerde teklif vardır ama ısrar yoktur. Hastayı ikna etme malpraktistir ve suçtur. Doktor, hastanın özgür iradesini etkileyemez. Ancak herkesin anlama düzeyine göre izah etmesi gerekir.

    Bilimin uzmanları, yılların tecrübesi ve bilgisiyle hastalara yardımcı olmak için çırpınırken, hastalıkla ilgili hiçbir uzmanlığı, deneyimi ve bilgisi olmayanların, konuyu güya araştırıp kendi kafalarına göre takılmaları yeni bir moda. Ülkemizde bilimsel değerlendirme dersi okutulmadığı için insanlar, bilimsel bulguları ve sonuçları değerlendiremez. Aynı konuda birbirine zıt sonuçları olan iki ayrı araştırma makalesini anlayamaz ve bir uzmanın izah ve yardımını ister. Ancak eğitimle kazanılan bu yetenek yoksa, örneğin kişi metanaliz, güven aralığı… gibi bilimsel konuları bilmiyorsa sonradan öğrenmesi zordur. O zaman ne yapacak? Uzman doktoruna güvenecek, başka yolu yok. Tıbbın gri alanlarında ise, ikinci hatta üçüncü uzman görüşü alacak. Ya da bizde olduğu gibi hiçbir bilimsel temeli olmasa da bitkisel takılacak.

    Çağımızın bilimsel tıbbında, tedaviyi kanıta dayalı tıp belirler. Kanıta dayalı tıbbın özeti ise bilimsel rehberlerdir. Amerika ve Avrupa Kalp Birliği rehberleri TKD tarafından ülkemize uyarlanmıştır. Bilimi üreten de, rehberleri yazan da onlar. Gururumuza dokunsa da bunu kabul edelim. Ya da bilim üretimi için Bilim Teknoloji Merkezi kuralım, rehberleri biz yazalım. Bilelim ki biz sadece bilimi, üretenlerden bedavaya aşırıyoruz. Bir de bizi ikna etsinler diye tutturmayalım. Adamların bizi ikna etmek için ne mecburiyetleri var? Hem adamların bilgisini aşıracağız hem de bizi ikna edecekler. Kafadan icat çıkarıp halkın kafasını da karıştırmayalım. Yemeği yapan doktor değil ki sizi ikna etsin, doktor sadece bilimsel rehberleri servis ediyor. Ayrıca, ikna işlemi küresel sağlık anlayışının akretidasyon kurallarına da aykırıdır.

    Halkımızın şimdiye kadar böyle bir derdi yoktu. Verilen ilaçları şifa niyetine içerdi. Şimdi halkın kafası karıştı ve artık hastalar ilaçlarını almıyorlar. Zavallı doktorlar iki dakika içinde, hastayı mı dinlesin, muayene mi etsin, bilgisayarda kayıt işlemlerini mi yapsın, yazdığı 5-6 ilacı, nasıl kullanacağını ve yan etkilerini mi anlatsın ve hastayı her konuda nasıl ikna etsin? Doktor süpermense o zaman bu süpermene inanmak gerekmez mi? İlaçların yan etkisi var diyorsanız, yan etkisi olmayan bir şey söyleyin onu yazalım. Yarar-zarar kavramını bilmeyen bir toplumda, yan etki lafı bile kafa karıştırır.

    Bilenlerle bilmeyenler, konunun uzmanı olanlarla olmayanlar hiç bir olur mu? Sayın Bakanımız zaten konuya açıklık getirdi. Hastaların gittiği uzman ne derse o olacak. Gerisi tedaviyi bozar. Hastalar ise bundan sonra kimin tedavi edeceğine inanıyorlarsa ona gidecekler ve onun söylediklerini yapacaklar. Başka türlü işin içinden çıkamazsınız. Uzmanın yazdığı ilacı ve verdiği tedaviyi beğenmiyen, o zaman doktora niye gider? Canının istediğini yapar, istemediğini yapmazsa tedavi binası çöker, hasta da doktor da bu enkazın altında kalır. Bilime ve bilimsel rehberlere sırtını dönen de, inkar eden de, yanlış anlayan da sonucuna katlanır. Çağımız bilgi ve algı çağı. Yanlış yöntemi kullanan kaybeder. Algısı yanlış olan da kaybeder. O zaman doktorumuzun önerilerine harfiyen uyalım.

    Konunun gazetecilik açısından araştırmaya değer yönü aşağıdaki rakamlardır. 2008 yılında muayene olan hasta sayısı 6 yıl öncesine göre % 500 artarak 500 milyon hastaya ulaşmış. Bu dönemde İlaç tüketimi % 300 artarken hasta sayısı azalacağına % 500 artmış. Sağlığa harcadığımız para ise Sosyal Güvenlik Kurumu 2011 verilerine göre, son 9 yılda 8 kat artmış. Burada bir çelişki yok mu?

    Peki bunca ilaca, tedaviye, astronomik sağlık harcamalarına rağmen tedavide başarılı olabiliyor muyuz? Ne yazık ki akıntıya kürek çekiyoruz. Hipertansiyon tedavisinde başarı oranımız maalesef çok düşük. En modern tansiyon ilaçlarını kullanmamıza rağmen tedavide başarı oranımız maalesef % 14. Büyük çoğunluk olan % 86 hasta ise çaresiz. Aynı durum kolesterol ilaçları içinde geçerli. Hedef değerlere ulaşmada başarı oranı çok düşük. Hipertansiyon tedavisi ile kalp yetersizliği gelişiminin % 50 azalması, kalp krizi geçirmiş hastalarda ise %80 azalması gerekirdi. Halbuki azalması gereken Kalp yetmezliği oranı HAPPY isimli araştırmaya göre, dünya ortalamasının 3 katına çıkmış, yani dünya ve olimpiyat şampiyonu olmuşuz haberimiz yok.

    ABD’de 30 yıl önce günümüze göre % 400 fazla olan kalpten ölümler ve kalp damar hastalıkları, son 30 yılda yapılan önleyici sağlık çalışmalarıyla azalırken, ülkemizin kötü kaderi bunca para, hastane, doktor ve ilaca rağmen neden azalmıyor ve neden artıyor? 30 yıldır önlenebilir hastalıklardan pisipisine milyonlarca insan neden ölüyor? Acaba çok ucuza ithal edilen kopya ilaçlar etki etmiyor mu? Malum, bilimsel araştırmalar orijinal ilaçlarla yapılıyor. Kopya ilaçlarla yapılan araştırma var mı? Yoksa bu ilaçlar, söylendiği gibi bizi hasta mı ediyor? Hastalar ilaç kutularından legomu yapıyorlar? veya ilaçları çöpe mi atıyorlar? Bu mutlaka araştırılması gereken çok ciddi sağlık sorunu. Bu önlenebilir felaketi ve çözüm yollarını kim araştıracak? Üniversiteleri kim harekete geçirecek? Finansmanı kim sağlayacak? İlaç firmaları mı? Son derece ciddi konulardan bahsediyoruz ama kimsenin umurunda değil. Kolesterol ilaçlarına gösterilen hassasiyet neden bu konuya gösterilmiyor? Başka ülkelerde olsa yer yerinden oynar. Medya, neden bu konuda duyarsız?

Siz de yorumunuzu paylaşın: