KOLESTEROL MESELESİNİ DOĞU GÖZÜYLE OKUMAK

Yazı Fontunu Büyült Yazı Fontunu Küçült Yazı Fontunu Sıfırla
yavuz dizdar

Yavuz Dizdar‘ ın Dünya gazetesindeki yazısı:

Sağlık gündeminde son haftalarda tartışılan ana konu kolesterol ve bunu düşürmeye yönelik ilaçlar oldu. Prof. Dr. Canan Efendigil Karatay, Prof. Dr. Ahmet Aydın ve Prof. Dr. Ahmet Rasim Küçükusta “kolesterolün vücut için gerekli olduğunu ve kan değerlerinin düşürülmesine yönelik ilaçların “hiç kullanılmaması” gerektiğini söylerken, Türk Kardiyoloji Derneği (TKD) başta olmak üzere Batı tarzı bilimi savunan akademi kendi standart “kullanılması şart” görüşünü savundu.

Konu medyada da yoğun yer buldu, bazı köşe yazarları bireysel deneyimlerini anlatırken, Milliyet Gazetesi’nde yazan Prof. Dr. Murat Tuzcu Batı verilerinin iyi bir özetini dile getirdi. Aynı gazetede yazan meslektaşımız Metin Münir ise objektif bakış açısıyla TKD ve ilaç endüstrisi arasında “parasal ilişki” olup olmadığını sorguladı, muhteşem bir şey yapıp bu çalışmaların kaynağı olan Framingham’ı (ABD, Massachusetts eyaletinin bir kasabası) aradı ve ardından istatistiklerin yanıltıcı olduğunu vurguladı.

Bana da konu hakkında çok sayıda soru yöneltildi, o nedenle kolesterol meselesini Batı akademisinin verileri ışığında, ama Doğu’nun gözüyle irdelenmenin gerekli olduğuna inanıyorum. Olağanüstü bir gündem değişikliği oluşmazsa (malum, yerimiz kısıtlı) bu konuyu ardı ardına birkaç yazıyla ve yine Batı kaynaklı bilimsel yayınlara atıfta bulunarak irdeleyeceğim, çünkü kolesterol “öyle ya da böyle” çok fazla kişinin ortak sorunu.

Çıkar ilişkisinden başlayalım: Bir kalp vakfı “kanola yağını” neden tavsiye eder?

Ne var ki bu kez incelemeye tersten, Batı akademisinin uzantısı haline dönüşen meslek derneklerinin bilimsel bağımsızlıklarını sorgulayarak başlayacağım. Dernekçilik bizim ülkemizde çok zor bir uğraşıdır, aslında insanların bir mesele çevresinde bir araya gelerek çalışmaları için gerekli toplum örgütleridir (sivil olmalarının bir önemi yok, akademinin titriyle donanmış kişiler, bunu aslında hiç olmaması gereken dernek hiyerarşisinde de kullanıyorlarsa, o derneğe sivil denemez). Lakin dernekçiliğin temel sorunlarından biri olan maddi kaynak temini söz konusu olduğunda durum değişir, çünkü ilişkiler o noktada ilaç endüstrisiyle iç içe girmeye başlar. Dolayısıyla ilacı bol alanların dernekleri zaman zaman “Acıbadem’de dernek merkezi villaya” bile yetecek refahlarını aslında ilaç endüstrisinden (dolayısıyla devlet ve bizim vergilerden) alırlar.

Konu kalp hastalıkları olduğunda buna gıda (özellikle yağ/margarin) endüstrisi de destek vermektedir. Destek makul ve çıkar çelişkisine dayalı değilse sorun olmayabilir. Ancak geçtiğimiz yıllarda “falanca kalp vakfı kanola yağını tavsiye ediyor” diye reklamlar dönmeye başladığında, “adı CANadian Oil Low Acid’den (düşük asitli Kanada yağı) bu yağ hakkında bir bilimsel veri var mı” diye bizatihi oturup araştırdım, hiçbir klinik veri bulamadım. Sonunda vakfın yönetim kurulundan bir arkadaşımızla bir yemekte karşılaştık, “neden desteklediniz” diye sordum, “sponsor oldular” dedi. Nitekim çıkar ilişkisi konusunda kimsenin şüphesi olmasın, çünkü zaten var.

Buna karşılık ilaç firmalarının dernekleri desteklemesi bilimsel araştırma sonuçlarıyla “oynandığı” anlamına da gelmez, çünkü çalışma yayınlandığında “ne yapmışlar, ne bulmuşlar” sorularının cevaplarını olabildiğince açık görürsünüz. Endüstri akademi ilişkisi daha çok gerçek bir verinin “promosyonunda”, yani yaygınlaştırılıp kabullendirilmesinde etkili olur. Bu etkinin başlıca mekanı “panayır alanına döndüğünü” sık sık ifade ettiğim kongreler, özellikle Amerikan kongreleridir. Bunlar 20-30 bin kişilik katılımları, iki futbol sahası boyutundaki salonları ile daha çok bir pazarlama ortamını oluştururlar. Firmalar reçete kapasitesi yüksek ve “etkin” doktorları (üniversite, devlet, profesör, uzman fark etmez) kongrelere götürdüklerinde, ister istemez bir boyun bağı oluşur. Otuz bin kişinin katıldığı kongrede kaç oturum izleyip, kaç tartışmaya girebilirsiniz ki? Zaten o da olmaz, ancak mesaj iletilir (guideline, kılavuz denir, takipçiler tarafından “kutsal kitap” olarak kabul edilir).

Elimizdeki “beş benzemez”: Artan hastalıklar diyabet, kalp, romatizma, bağırsak ve kanser

İşte ben de bu algı çerçevesinde şekillenen bilime “Batı akademisi” diyorum. Canlı bir organizma aslında pek matematikleştirilemese de (tematiktir, ama matematik değil), istatistikler Dekart’ın rasyonalizasyon yaklaşımından beri kullanılmaktadır. Bu hesaplama, deneme (örneğin ilaç) ve kontrol grupları arasında olasılık değerinin 0.05’ten küçük olmasını arar (p<0.05 olarak ifade edilir).

Bunun anlamı şudur, bu şekilde çıkan 100 sonucun sadece 5’i “rastlantısal” olarak gerçekleşmiştir (değer 0.0001 ise, rastlantısallık on binde birdir). Ancak istatistik her şey demek değildir, “anlamlıya yakın” bir sonuç, sadece örnek sayısını artırarak anlamlı hale dönüştürülebilir. “Yarı yarıya azalttı” dediğinizde on binde iki görülen bir durumun bire indiği ifade edilir (Metin Münir “yanıltıcı” derken haklıdır).

Doğu gözüyle baktığınızda ise durum farklıdır, daha yukarıdan, daha geniş perspektiften ve daha derine bakmaya çalışıyorsunuzdur. O nedenle benim bakış açım kolesterole odaklansa da, aslında “büyük şehirlerin ‘moderen’ zaman hastalıklarının” geneli çerçevesinde şekillenecek. Çünkü son yıllarda hangi hastalıkların arttığını sorduğunuzda birbiriyle ilişkisiz gibi görünen bir tabloyla karşılaşıyorsunuz: Kalp hastalıkları, diyabet, romatizma, iltihabi bağırsak hastalıkları ve kanser ciddi bir artış gösteriyor, yani “beş benzemez” (aşağıdaki Not’ta açıklanmıştır) durumu. Bunları sınıfladığınızda her biri tıbbın ayrı bir dalına karşılık düşer, aşırı uzmanlaşma çözüme gitmeyi zorlaştırır, çünkü insan (hem de çevresiyle) bir bütündür. Araba tamirinin “kaportacı, mekanikçi, rot-balans ayarcısı gibi” alanları burada geçmez.

Yine de ortak özellikler var: Bir kere gelişmiş ülkeler “özellikle büyük şehirlerde” hastalık sıklığı açısından en üst seviyedeler; gelişmekte olan ülkeler de giderek onlara yaklaşıyor. İkinci önemli özellik ise bu hastalıkların hepsine öyle ya da böyle bir enflamasyonun (mikropsuz iltihap) eşlik etmesi. Dahası bu hastalıkların birbirleriyle çapraz ilişkisi de var, yani birinin görüldüğü durumlarda diğerinin görülme olasılığı da artıyor. İşte buraya kadar anlattıklarımı bir kenarda tutun, bu bilgiyi sonraki yazılarda da kullanacağız, ama konu giderek (şimdiden bağışlayın, teşbih yok) “.oktan” bir hale dönüşecek.

Not: Beş benzemez bir poker deyimidir, “elinize gelen beş kartın kazandıracak hiçbir ortak değeri (benzerlik, sıra, renk vb.) yoktur” anlamına gelir. Floş royal ise kupa dizisinden en büyük sıralı beş karttır, en büyük kartı oluşturur.

Yazı için 1 yorum yapılmış:

  1. Saygıdeğer Yavuz hocam,

    Görüşlerinizle renk kattınız. Sizlerin görüşlerinden daha sık yararlanmak isteriz. Halkın morfinli diziler ve programlarla uyutulması, ancak sizin gibi ülkesi için çalışan aydınların uyarılarıyla önlenebilir. Çözüme giden yolda kamuoyu oluşturmak niyetiyle önce gerçeklerle yüzleşelim.

    ACI AMA GERÇEK

    Küresel sistemin üyesi olan ülkeler, küresel sistemin koyduğu kurallara uymak zorundadır. Bu sistemin nimetlerinden yararlanma karşılığında da küresel sistemin külfet ve hastalıklarını kabul etmiş olurlar. Trilyonlarca dolarlık bu sisteme bağlananlar, sağlıktan ekonomiye, bilimden teknolojiye kadar onların koyduğu kurallara harfiyen uymak zorundalar. Nedir bu kurallar;

    Birinci kural; parayı veren kuralı koyar.

    Bu yüzden, geriye dönüp baktığınızda, kendinize ait bir otomobil bile üretemediğinizi görüp üzülürsünüz. Çünkü borçlu ülkelerin ne üretip üretmeyeceğini kurallar gereği onlar belirler. Sizler, onların keşfedip ürettiği uçak, taşıt, hızlı tren, nükleer santral, ilaç, bilgisayar… gibi ürünlerden ithal edip bunlarla övünebilirsiniz. Paranız yoksa size borç verirler. Ancak bunları ben üreteceğim dediğiniz zaman izin almanız gerekir, açıkcası üretemezsiniz.

    İkinci kural, parayı veren düdüğü çalar, siz de dinlersiniz. Yani parayı alan kurala uyar.

    Söz dinlemezseniz, akibetiniz İran gibi olabilir. Nükleer teknoloji üretirseniz, başınıza nötron düşebilir. Tercih sizin. Ya da onlar size parası mukabilinde nükleer enerjiyi hediye ederler. Bilim ve teknoloji üretimi gibi en yüksek gelir getiren nitelikli işleri yapmak onlara aittir. Siz ancak onların izin verdiği konularda ve izin verdiği kadar yapabilirsiniz. Zaten kurulan bu sistemde isteseniz de yapamazsınız. Örneğin aşı ve ilaç. Sadece ambalaj size ait olabilir. Kendiniz bir molekül keşfedebilir misiniz? Bunun için milyarlarca dolar tutan araştırma merkezlerini kurmak için gerekli parayı size kim verir ve niye versin?

    Zaten sizin bilim dünyanız ve üniversiteleriniz bilim ve teknolojik yönden kastre edilmiş ve küresel sisteme harem ağası gibi bağlanmıştır. Harem ağası yapmanın tekniği ise basittir. İçinize ektikleri kök hücreleri vasıtasıyla, ‘herkes bilim ve araştırma yapacak’ diye dayattıkları saçma kurallarla kıt kaynakları dağıtarak tüketmek yeterlidir. Akıl oyunu böyle oynanıyor. Herkes güya araştırma yapıyor da hangi sorunumuz çözülüyor ve kaç para kazanıyoruz bilen var mı? Halbuki, kıt kaynaklarımızı, kurulacak ‘Bilim ve Teknoloji Merkezi’nde hayati konularda üretim için kullanmak gerekmez mi? Kayda değer bilim ve teknoloji üretemediğiniz için, sadece onların ürettiğinden yararlanma yolunuz açıktır, o da parasını ödemek ve kurallara uymak koşuluyla.

    Bu sisteme pazar olarak giren ülkeler bilim ve teknoloji üretemediği gibi, bilgi üretecek bilimsel araştırmaları da yapamaz. Bu yüzden her alanda onların ürettiği bilgiyi ve bilimsel rehberleri dikkate almak zorundayız. İsterseniz dikkate almayın ve orta çağı yaşayın. Örneğin sağlık alanında onların ürettiği bilgi ve teknolojiye muhtacız. Çünkü çağımızda İbni Sina’ya takılarak bir yere gidemeyiz. Onlarla övünerek teşhis koyamayız, tedavi olamayız. Her ülke küresel sistemin sunduğu bilimsel rehberleri aşırabilir, kendi koşullarına ve özelliklerine göre uyarlayabilir. Bunda bir kötülük yoktur. Onlar da buna göz yumarlar ve böylece kendi ürettiklerini reklam edip bize satarak gelişmiş ülke olurlar. Biz ise onların keşfedip sattığı kolesterol ilaçlarını bile ancak bilimsel rehberlere uygun olarak kullanırsak daha sağlıklı ve uzun ömürlü olabiliriz. Bu yüzden hiç değilse sunulan bilgileri doğru düzgün anlayalım. Çünkü ilacı da bilgiyi de üreten onlar, gururumuza dokunsa da bunu kabul edelim.

    Gelelim kongreler konusuna. Bayi toplantısı denilen kongreler, küresel sistemin geleneklerinden biridir. Bilimsel kongrelerde veya onların keşfettiği internette, hepsini sunmadıkları kısıtlı bilgiye muhtacız. Dünyanın öbür ucuna kadar bu sistemi kuran bizler değiliz, biz sadece misafir ve seyirciyiz. Bizim ülke insanı olarak sağlıktan ekonomiye, bilimden teknolojiye düzenlenen kongrelere gidecek ne paramız var ne de onlara sunacak bilgi ve teknolojimiz. Her şey küresel yapı tarafından düzenlenir ve orada içeceğiniz bir bardak suya kadar her şey bu yapı tarafından ödenir. Çünkü büyüklerimiz bunun için bize para vermez, veremez. Bunda da bir kötülük yoktur. Gavurun ekmeğini yiyen kılıcını sallar diyebilirsiniz. Milli ruhumuz yoksa mümkündür.

    Bizler planlanan tiyatronun sadece seyircisiyiz o kadar. Öğrendiğiniz, seyrettiğiniz her şey onların sunduğu bilgidir. Kongrelerin programından konuşmacılara kadar her şey bir orkestra titizliğinde hazırlanır. Parayı veren düdüğü çalar, siz de zevkle dinlersiniz. Bu da kötü bir şey değildir. Büyükleriniz dahil herkes küresel yapının parçası olmak için can atıyor ve bu gayeyi hedef olarak gösteriyorsa, doğru yerdesiniz. Sizin tavaf ettiğiniz kongreler, küresel sistemin tapınaklarıdır. Burada öğrendiklerinizi bir daha ki kongreye kadar ezber edersiniz. Çünkü bilim ve teknoloji üretmekten acizsiniz. Neskafeden aşıya…Sarımsağı bile Çin’den ithal ederken biz neyi tartışıyoruz?

    Kongrelerin havası, ‘biz niye bilim ve teknoloji de nal topluyoruz, nasıl lider olabiliriz’ motivasyonu yaratabilir. Bu hava ise uçmanızı sağlayabilir, ya da aşağılık kompleksi yaratabilir. ‘Bilim ve Teknoloji Merkezi’ kurmak için hemen kolları sıvayıp kamuoyu yaratmalıyız. Gereksiz tartışmalara son verip bu hedefe ulaşmak için çalışalım. Başka türlü uçamayız. Sizin pazar olmaktan çıkıp pazarlar bulmanız için, güçlü ülke olmanız gerekir. Güç, narsizmle olmaz, narsizm hastalıktır. Güç, bilim ve teknoloji üretmekle olur. Bu ise çok güçlü milli irade ister. Bunları halka anlatırsanız ve halkta bu hedefe kitlenirse milli irade olur.

    Ancak Milli iradenin bu hedefin gereklerini ve sonuçlarını da göze alması gerekir. Bu ise lüks ve israftan kaçınarak tasarrufları, bilim ve teknolojiye yatırmak demektir. Hastalık sektörüne saçtığımız paraları, sağlıklı bir toplum olarak tasarruf etmek demektir. Nükleer enerjiden aşı ve ilaca kadar başkalarına hediye ettiğiniz milyar dolarları, üreteceğiniz bilim ve teknolojiye yatırmak demektir. Buna müsade ederler mi? Bu tarihi karar, bitmek bilmeyen sıkıntı ve acılara katlanmak demektir. Halbuki, parasını küresel yapıya hediye ettiğiniz ithal uçak, hızlı tren ve 4 çeker ciplere binmek ise zevk ve sefa demektir. Ülkemizin temel sorunu burada yatmaktadır; Acılarla yüzleşmek ve acılara katlanmak.

    “Çalışmadan, yorulmadan, üretmeden rahat yaşamayı alışkanlık haline getirmiş milletler, önce haysiyetlerini, sonra hürriyetlerini, sonra da istiklal ve istikballerini kaybederler.” Atatürk.

Siz de yorumunuzu paylaşın: