MİLLİ SAĞLIK ENSTİTÜSÜ MÜ, ÜNİVERSİTESİ Mİ BİLİM ÜRETİR?

Yazı Fontunu Büyült Yazı Fontunu Küçült Yazı Fontunu Sıfırla
kasa fişi

Prof. Dr. Alişan Yıldıran‘ ın yazısı:

Muhterem hocam Prof. Dr. Küçükusta bundan beş sene kadar önce yazdığı “Profesörler bilim adamı değildir” (1) isimli yazısıyla konuya dikkat çekmiş, ekserîsi müsbet farklı tepkiler almışdı. Bu yazıda “Bilim adamı” kısaca “bilim üretmek” olarak tanımlanmakda idi.

Bu yazıya yapdığı yorumda Avrupa Allerji-Klinik İmmünoloji Derneği (EAACI) başkanlığını da yapmış olan Muhterem Prof. Dr. Cezmi Akdiş “Bütün profesörlerin birinci görevi bilim yaparak, aynı zamanda bilim adamı yetiştirmektir. Meslek adamı yetiştirmek ve meslek hizmeti vermek için profesör olmaya gerek yoktur. Hasta bakım hizmeti vermek profesörlerin görevi bile değildir” şeklinde konuyu özetlemişdi (1).

Bugün medyada Sağlık Bakanlığı Kamu Hastaneler Kurumu’nun 2012-2014 arasındaki dönemde eğitim araştırma hastaneleri (EAH)’nin bilimsel yayın ve atıf incelemelerini  üniversiteler ile karşılaştırdığı bir haber yer aldı (2).

Habere göre; hesapladığımızda EAH’de eğitici başına yılda 1,16 yayın ve 6,74 atıf düşerken; üniversite kliniklerinde yılda 2,84 yayın ve 5,66 atıf düşdüğü görülmekdedir. Tıp fakültelerindeki öğretim üyesi sayısı ve yayın sayılarının klinik ve preklinik olarak ayırt edilmediği, muhtemelen temel bilimlerden üretilen yayınların bu rakamlara dahil edilmemiş olabileceği göze çarpmakdadır.

Son bir kaç yılda bilhassa Amasya, Giresun gibi küçük yerleşim merkezlerinde açılan tıp fakültelerinden yayın yapmanın ne kadar güç olduğu da göz önüne alınırsa; terazinin üniversite lehine daha da ağırlaşacağı dolayısı ile; EAH’nin bilimsel katkısının çok da önemli olmadığı düşünülebilir.

Mukaddimeden sonra gelelim başlıkdaki konuya; görüşlerinin kısm-ı âzamîsini benimsediğim ancak, bu konudaki görüşüne tam olarak katılmadığım Muhterem Doç. Dr. Kemal Yeşilçimen’in bir yıl kadar önce yazdığı yazıda (3) “Bilim, teknoloji ve çözüm üretmesi gereken üniversiteler, neyle uğraşıyor? Halkımızı gittikçe artan hastalık ve ölümlerden koruyacak olan Türkiye Sağlık Enstitüleri Başkanlığı (TÜSEB) kurulması, tıp fakültelerini ayağa kaldırıyor” diyerek; bilimi tıp fakültelerinin değil ABD’deki National Institutes of Health muâdili olacağı düşünülen bir kurumun üretebileceği kanaâtinde olduğunu görüyoruz.

Gayet isabetli bir şekilde TÜSEB’in başına getirilen muhterem Prof. Dr. Fahreddin Keleştemur müessesenin temel amacının “Türkiye’de sağlık bilimi ve sağlık teknolojisiyle ilgili araştırmaları teşvik, organize etmek, finansal destek sağlamak ve bu alanda bilim insanı yetiştirmek” olduğunu belirtiyor (4). Müessesenin resmî gazetede yayınlanan kadrosuna bakdığımızda olması gerekdiği gibi araştırmacı ağrılıklı olarak; 60 profesör ve doçent, 90 doktoralı, 120 yüksek lisanslı araştırmacı, 120 teknik ve idarî personel istihdam edeceği görülüyor (5). Genkök’ü kuran ve gelişdiren ekipde yer alan Muhterem Keleştemur hocama ve ekibine muvaffakiyetler diliyorum.

Gelelim yukarda bilimsel karnesini çıkardığımız 59 EAH’sini tıp fakültesi yapılması hikayesine!

Marmara Tıp Fakültesi’ni barındıran üniversitenin rektörlük binası olmaya layık olduğunu düşündüğüm eski Haydarpaşa Lisesi binasının, yeni ihdas edilen Sağlık Bilimleri Üniversitesi’ne idarî merkez olarak tahsis edildiğini; adınının da “Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane” olarak konulduğunu hayretle ve taaccüble öğrendim. Yahu, bütün tıp fakülteleri zaten mekteb-i tıbbiyedir, şahane eki ise bunun doğrudan padişaha bağlı olduğu anlamına gelir. Diyelim ki (inşallah) başkanlık sistemi kuruldu, o zaman mevcud tıp fakülteleri kadük mü olacak? Üniversite reformu diye Dar-ül fünûn’u kapatıp, hocalarını sokağa atmak yanlış değildi mi denilmek isteniyor yoksa?

Daha önceki bir yazımda bu konunun mahzurlarına nâçizâne dikkat çekmeye çalışmışdım (6).

EAH’lerini tıp fakültesi haline getireceğini iddia eden; YÖK’e değil bakanlığa bağlı olup, 650 profesör, 1400 doçent kadrosuna mukabil sadece 258 araştırma görevlisi ve bir eğitim-öğretim planlamacısı almayı planlayan (7) fakat hiç teknik ve idarî personel istemeyi akıl edemeyen, kurulduğu tarihden bugüne altı ay geçmiş olmasına rağmen bir web sitesi bile açamayan, sözel olarak YÖK’e, gerçekde ise gayr-i kanunî olarak Bakanlığa bağlanan, Osmanlı padişahının binasında resim çektirmekden başka ne yapdığını henüz öğrenemediğimiz, dünyada bir örneğine rastlamadığım  SAĞLIK BİLİMLERİ ÜNİVERSİTESİ hangi bilimsel etkiyi üretecek acaba?!

Acı ama gerçek değil mi muhterem hocam….

Kaynaklar:

1. http://ahmetrasimkucukusta.com/2011/08/17/yazilar/elestirel-yazilar/tip-egitimi/profesorler-bilim-adami-degildir/

2. http://www.medimagazin.com.tr/hekim/kamu-hast/tr-egitim-arastirma-hastanelerinin-bilimsel-karnesi-iste-birinci-2-16-68439.html

3. http://www.kemalyesilcimen.com/artikel.php?artikel_id=276

4. http://www.trthaber.com/haber/saglik/saglikta-turkiye-tuseb-ile-sicrama-yapacak-202204.html

5. http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2014/11/20141126-3-1.pdf

6. http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2015/04/20150415-1-1.pdf

7. http://ahmetrasimkucukusta.com/2014/11/05/misafir-yazar/muhterem-cumhurbaskaninin-yanildigi-kanaatindeyim/

Yazı için 2 yorum yapılmış:

  1. uz dr seyfullah kılıç dedi ki:

    Bir ülkede “bilim adamları ” adı verilen zevat BİAT anlayışı ile ne bilim üretebilir nede toplumu aydınlatıp rehberlik edebilir. Acı ama sorbineden acı ‘ cı dr arkadaşın savunularının ne manaya geldigini Alişan bey dile getirmiş ancak o bile egemenlerden korkarak inşallah mâşallahlarla vaziyeti idareye etmeye çalısıyor. O’da biliyor ki akademik kariyeri, belkide hekimlik kariyeri bir telefona bakıyor.

  2. www.aciamagercek.com dedi ki:

    BEYİN NAKLİ NASIL YAPILIR?

    Ülkemizin iki önemli sorunundan birincisi : Hastalıkların önlenmesi ve sağlığın korunması, ikincisi ise büyük ekonomik giderlere ve bağımlılığa yol açan hayati aşı ve ilaçlarla, teknolojide bağımlılığın kırılması. Bu iki soruna çözüm bulmak amacıyla iki kurum kuruldu. Türkiye Sağlık Enstitüleri (TÜSEB) ve Türkiye Sağlık Bilimleri Üniversitesi. Bu iki kurumun merkezi bir beyin olarak 70 yıldır eli kolu bağlanan bilim dünyamızı özgürleştirmesi gerekiyor. Bu iki kurumun amacına uygun çalışması, bilim dünyamız için beyin nakli demektir. Modern dünya, koyunlara kalp hızına duyarlı çip takmış, vahşi hayvan görünce korkudan kalp hızı artıyor, çobanına ‘kurtar’ diye mesaj atıyor. Tehlike anında, takılan çipten çobanına mesaj atarak koyunları bile koruyan bir dünyada, insanımızı koruyacak olan sağlık ve bilim kurumlarına ihtiyaç duyuyoruz.

    ABD’de 1849’da yani 2 asır önce 600’ün üzerinde patentli ilaç vardı. 1985 yılında 2703 adet yerli patent başvurusu yapılan Güney Kore’de, 1991 yılında 13253 patent başvurusu yapılmış, sonra 1 yılda bu sayı 2’ye katlanmış, 1 yıl sonra ise bu sayı tekrar ikiye katlanmış ve nihayet 2008 yılında sadece yerli patentlerin sayısı 127.114 adete ulaşmıştır. Güney Kore’de 1947-2006 yılları arasında toplamda 1.111.818 adet yerli patent başvurusu yapılmıştır. ABD ise 1.000.000. patente 1911 yılında ulaşmıştır.

    Bilim dünyamız, asırlardır fikir, bilim ve teknolojik yönden kastre edilmiş ve ülkeyi pazar haline getiren küresel sisteme harem ağası gibi bağlanmış bulunuyor. Bundan teknoloji, tasarım, üretim ve bizi zengin edecek bilim çıkmaz. Yıllardır bilim yapıyoruz da ne oluyor? Da Vinci robotlarından suni kalp pompasına kadar ithal edilen milyarlarca dolarlık teknoloji bizi borca garkederken, modern sömürüye aracılık eden, keşif ve patentten habersiz taşaronlar sayesinde, bu güzel sistemi kuranlar bize sattıklarıyla zengin ve gelişmiş ülke oluyor. Bizi de gelişmekte olan ülkeler masalıyla, yalan rüzgarıyla 70 yıldır aldatıp uyutuyorlar. Ne biçim gelişmeyse, bırakın aşı ve ilaç üretmeyi, muzu bile ithal ediyoruz.

    Adamlar, bizi otla çöple, alternatif masallarla meşgul ederken milyarlarca dolarlık yapay kalp, ortopedi, göz… cihazlarını, ilaçları ve yüksek teknolojiyi bize satarak köşe oluyorlar. Yıllardır insanımızın korkulu rüyası olan Kanamalı Kırım Kongo hastalığının aşısını bile üretemedik ama lafa gelince herkes araştırma yapıyor. Bu virüsleri yayan vahşi batı aşısını yapacak ve sonra da bize himmet edecek(!) Bilim dünyamızın beklentisi bu. Bilim ve teknolojik ilerleme idrak sınırlarımız ötesinde. Beklenen Marmara depreminden bizi koruyacak araştırmaları, soykırım yasası çıkaran Fransız araştırma gemileri yapmadı mı? Batı dünyası yapar, biz seyrederiz. Bilimsel mandacılık işte bu! Bu kadar okumuş, yazmış, yetişmiş adama, bu kadar üniversiteye rağmen neden bu haldeyiz? Altyapısı bile olmayan üniversitelerde zaman ve para gücünü tüketmek, kopya ve palavra araştırmalarla bilim yapıyor görünmek bir işe yaramıyor. Bizim araştırmalar para kazanmıyor, kıt kaynakları tüketiyor.

    Milyon tane palavra yayın yapsan ne olacak? Başkalarının yaptığı araştırmaların kötü tekrarı maaşını artırsa da derde derman olmuyor. Tohuma kadar dışardan ithal ediyoruz, neden? Haremağası yöntemiyle kastre edilen üniversiteler bilim ve teknoloji üretemiyor. Çünkü sanayi – üniversite bağı küresel sistem tarafından kesilmiş, niye diyen yok. Modern sömürge yapmanın yolu bu. Herkes yayın yaptık diye hava atarken, ülkemiz cep telefonu çöplüğü oldu. Papyonlu, sakallı, bilim adamı pozunda bir sürü zat, başkalarının keşfettiklerinin reklamını yapar, yabancıların ekmeğine yağ sürerken, bize de hacıağa gibi izlemek düşüyor. Patent ve projeye dönük olmayan palavra yayınlarla, başkasının keşfettiği akıllı robotlarla, halkı keriz yerine koyan reklamlarla kıt kaynakları çarçur etmekten ne zaman vazgeçeceğiz?

    Çağımızda İlaçtan aşıya, uçaktan silaha yüzlerce trilyon dolarlık pazarın hedefi, bizim gibi bilim ve teknoloji üretemeyen ülkeler. Modern sömürüye göre tasarlanan bu sistem kıt kaynaklarımızı emme basma tulumba gibi dışarıya pompalıyor. Modern sömürüye yol açan bu sistemin baştan aşağı değişmesi gerekiyor. Ama nasıl?

    Hastalıkların önlenmesi ve sağlığın korunması için tıp fakültelerindeki eğitimi ve sağlık sistemini yeniden düzenlemek gerekiyor. Eğitim ve sağlık sistemi hastalık odaklı değil sağlık odaklı olmalı. Hastalıkların önlenmesi için gıda sektörünün terbiye edilmesi ve hastalık üreten yaşam tarzının ve bunu pompalayan medyanın sağlıklı hale getirilmesi gerekiyor. Bunların yapılması şart. Ama böyle bir iradeyi henüz göremiyoruz. Görülen, hastalık ve bağımlılıktan beslenenlerin, sağlık, bilim ve teknolojik gelişimden rahatsız olması.

    Milli eğitim ve yüksek öğrenim bu hedefe göre düzenlenmeli. Amerika’nın kurmuş olduğu meşhur NIH ve FDA gibi kurumlardan daha üstün kurumlara ihtiyacımız var. Bilim dünyamızı bu hedeflere göre yeniden kim organize edecek? Tabii ki bu iki kurum, bilim dünyamızı ve üniversiteleri bu hedefe kilitleyen yöneten beyin olmalıdır. Üniversitelere harcanan milyarlarca dolar, ancak bu şekilde boşa gitmekten kurtulur.

    Yılda 6.5 milyar dolar ARGE’ye harcayıp umulan verimi alamıyorsak, verim almayı sağlayacak bir kurum olmadığı içindir. ARGE merkezleri % 100 artmasına rağmen nitelikli projeler çıkmıyorsa, bu soruna çözüm bulacak kurumsal bir beyin olmalıdır. Kimse bilim yapıyoruz diye halkı uyutmasın. Patent ve teknolojiye dönüşen bilimsel araştırmamız var mı? Kilitlenen sorunları çözecek bilgi ve teknolojiyi kim üretiyor? Milli gelirin ne kadarını bilim ve teknolojiden kazanıyoruz? Kendi aşı ve ilacımızı üretebiliyor muyuz? Lafa gelince herkes bilim yapıyor. Bilimde asıl konu kazanılan trilyon dolarların kimin cebine gittiği. Asıl Da Vinci’nin şifresi bu. Bu şifreyi kesintisiz çözen ülkeler zengin ve gelişmiş olur, parmağını yalarken bizim de ağzımız sulanır. Kıt kaynakları bilim yapsın mantığı ile herkese dağıtarak çarçur etmeye son vermeliyiz. Belli hedeflere yönelik bilimsel araştırma merkezleri kurulmalı. TÜBİTAK, üniversiteler ve sanayi işbirliği sağlanmalı. Bilim ve teknolojik araştırmalar, ihtiyaçlara ve üretime dönük olmalı. Belli hedefler ortaya konulmalı ; Hayati ilaçlar, aşılar, cari açığı artıran teknolojilerin geliştirilmesi ve üretimi…

    Kurucu irade ne yapmayı planlıyor bilmiyoruz. Bildiğimiz, batıdaki araştırma merkezleriyle ortaklıklar kurulacağı haberleri. Yani biz ev sahibi olacağız yine yabancılar yapacak biz de onlara takılacağız. Çünkü bilim ve teknoloji konusunda alt yapımız yok. Milyar dolarlık yatırımlar yapacak durumda değiliz. Gelecek 10 yılda ne kadar tıbbi araç ve gerece ihtiyacımız var onu bile bilmiyoruz. Hastalıklar peşinde koşturmaktan ne yapacağımızı şaşırmış durumdayız. Sorunların ve çözümlerin tartışılacağı kongreleri düzenlemeyi bile akıl edemiyoruz. Tek bildiğimiz iyi niyetle yapılan girişimler. Sizin gibi iyi niyetle kafa yoran bilim insanlarının sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor. Onların da fikrini soran yok. 4 asırdır yabancıların ağzına bakarak iş yapıyoruz. Kendi insanımıza ne zaman güveneceğiz?

    Başarılarımızı da söyleyelim : YERLİ OTO, ANKA uçağı, ALTAY tankı, ATAK helikopteri, HÜRKUŞ uçağı, GÖKTÜRK uydusu, MİLLİ AŞI ve MİLLİ İLAÇ MERKEZİ, F16 YAZILIMLARI ile bilim teknoloji savaşına yeni başladık. Başladık ama sömürü lobisi yerli otoda bile, nasıl hemen saldırıya geçti? Yer gök ithal taşıtla doldu ama bir yerli otoya bile tahammül edemiyorlar. Bunlar Türkiye’nin bağımsız ve gelişmiş olmasını istemiyorlar. Bunların derdi Türkiye’nin modern sömürge olması. Çünkü bunların yaşaması bu sömürüden aldıkları paya bağlı. Bunların yaşaması sizlerin hasta olmasına bağlı. Yoksa yok olurlar.

    Çağımızda telefondan bilgisayara, aşıdan enerjiye keşfeden ve üreten kazanıyor. Keşfettiği ile değil, tükettiği ile övünenin özgür yaşama şansı yok.Milletler ancak bu şekilde ayakta kalabilir, yoksa ayaklar altında kalır. Çağımızda milletler, ancak bilim ve teknoloji ürettiği kadar özgür ve bağımsız olabilir. Artık sokaklarda bağırarak özgür ve bağımsız olma dönemi bitti.Bağımlılığın dipsiz kuyusundan ancak bilim ve teknoloji ipiyle çıkabiliriz. Gerçek dünyada keşfettiğiniz kadar özgür, ürettiğiniz kadar bağımsızsınız. Bilim ve teknoloji üretemezseniz, yaşama hakkınızda yoktur, şansınızda. Filistin’den Afganistan’a İslam aleminin sefaleti ve zavallı durumunun asıl nedeni bu. Doğal kaynaklara sahip 57 İslam ülkesi bilim ve teknolojide bir İtalya etmiyor. Modern sömürgecilik adı verilen bu sistemin amacı, cep telefonundan uçağa, ilaçtan aşıya ülkeleri acıtmadan sömürmektir.

    Bu akıl oyunu, Üniversite – Sanayi bağını keserek teknoloji üretimini önlerken, harem ağasına çevirdiği yüzbinlerce kişilik bilim ordumuzu palavra araştırmalarla oyalıyor, uyutuyor ve kıt kaynakları çarçur ediyor. Sonuç : bilim ve teknolojide mandacılık. Kısırlığın nedeni bu. Herkes güya araştırma yapıyor da hangi sorunumuz çözülüyor ve kaç para kazanıyoruz bilen var mı? Halbuki, kıt kaynakları, ‘Bilim ve Teknoloji Merkezleri’nde hayati ihtiyaçları üretmek için harcamak gerekiyor.

    Küresel sistemin kurduğu hastalıklı yapıdan sağlıklı yapıya geçiş kolay olmayacaktır. Bilimsel mandacılığın rehavetine alışmış olanlar özgürlük ve bağımsızlığa karşı çıkacaktır. Kongrelerin konforuna alışanlar, yabancıların reklamını yapmaktan rant sağlayanlar bu çabalara karşı çıkmaya devam edecektir. Orta gelir tuzağı diye kimse şifreli konuşmasın, masal anlatmasın. Sorun belli, çözüm belli : Emme basma tulumba gibi kaynaklarımızı dışarıya pompalayan tüm sistemin baştan sona değişmesi gerekiyor. Türkiye şimdi bunu başaracak bilim ve teknoloji savaşını veriyor.

Siz de yorumunuzu paylaşın: