BU HALKIN KIYMET BİLMEZLİĞİ.. AHMET AYDIN.. CANAN KARATAY.. YAVUZ DİZDAR.. AHMET RASİM KÜÇÜKUSTA

Yazı Fontunu Büyült Yazı Fontunu Küçült Yazı Fontunu Sıfırla
kasa fişi

Kaan Arslanoğlu‘ nun yazısı:

Bu halk, medyatik olmadıkça, ünlü olmadıkça kıymetin kıymetini bilmez. Bu halk, ona uygun pazarlanmadıkça doğrulara doğru demez.

Medyatik olmak için medyaya uygun tavır geliştirmelisiniz; tutumunuzu gazetelere, ekranlara uygun belirlemelisiniz. Bu halkın sizi benimsemesi için ilkeli ve dürüst yanlarınızı törpülemek zorundasınız. Sakıncalı görülmemelisiniz.

Ahmet Aydın hoca da az ekranlara çıkmadı. Her yere gitti, konferanslar verdi. Yazılar dağıttı, internet sitesi kurdu. Soru soran herkese tek tek cevaplar yetiştirdi. Kitaplar yazdı. Fakat savunduğu “Taş Devri Beslenmesi” anlayışını, ne tıp camiasına benimsetebildi, ne de tüm ülkede 30-35 bin kişi dışında bir halk kesimine. Ne medya starı olabildi, ne savunduğu yeni sağlık-tıp anlayışını ülke çapında bilinir kılabildi.

Sonra Canan Karatay hoca çıktı, “Karatay Diyeti” diye bir marka ortaya attı… Taş Devri Diyetinin aynısı… O gün bugündür, ekranlardan inmiyor; çoğu uygulamasa da milyonlarca kişi “Karatay Diyeti”nden bahsediyor.

Biz sağlığında, son yıllarında, Ahmet hocaya bunu sorduk birkaç kez. Siz dedik, 90’ların başından beri konu üstünde çalışıyorsunuz, 90’ların sonlarından beri bu anlayışı yaygınlaştırmaya çalışıyorsunuz. Bir bütüncül-fonksiyonel tıp anlayışını. Koruyucu hekimliğe ağırlık veriyorsunuz bu anlamda. Hastalık ortaya çıktığında da çok yönlü ve en az agresif yöntemleri öneriyorsunuz. Kitap yazdınız, bunun bilimsel esaslarını ortaya koydunuz. Yüzlerce bilimsel kaynak göstererek işin kuramını oturttunuz. Fakat, zeytini yordunuz yordunuz, çatalı batırıp ağzınıza atamadınız. Karatay çıktı, tek hamlede işi bitirdi. Ne diyorsunuz?

Her seferinde bize şunu dedi: İsimler önemli değil. Önemli olan doğruların benimsenmesi ve yaygınlaşmasıdır. Altındaki imzayla ilgilenmem.

Öyle mi gerçekten? Bir bakıma öyle. Bir bakıma değil. Bunu ortaya koyacağım altta.

TAŞ DEVRİ TIP ANLAYIŞI

Ahmet Aydın hocanın ortaya koyduğu Taş Devri beslenmesi kendi icadı değil. Paleo Diet adıyla ilk kez 1975’de Walter L. Voegtin’in kitabıyla dünya gündemine girdi ve bilimsel esasları Batı’da her geçen gün sağlamlaştı. Hoca’nın yaptığı şey, bunu hem geliştirmek, son bilimsel araştırmalara ve temel tıp bilimine dayanarak sağlamlaştırmak; hem de Türkiye koşullarına, Batı’dakinden çok daha zengin gıda çeşitliliğine uyarlamaktı. Keza bütüncül tıp anlayışı veya fonksiyonel yaklaşım da onun icadı değildi. Bunun kökleri tıp tarihinde uzanmaktaydı. Bilimsel ilkeleri de bilimsel yayınlara on yıllardır oturtulmaktaydı.

Ne var ki hoca, ticari-akademik tıbbın mutlak egemen olduğu global sistemden sürekli dışlandı. Hakaretlere, aşağılamalara maruz kaldı, soruşturmalara uğradı. Tek derdi hiçbir maddi karşılık beklemeden halk sağlığını korumak iken, halk sağlığını tehlikeye atmakla suçlandı. Bilimsellikten hiç ödün vermediği halde, egemen tıp camiasının ithamı, onun bilimdışı alternatif tıbbı yaygınlaştırdığı yönündeydi. Halen de, bu egemen camia, gerçek bilimsel yaklaşımlara karşı çok etkili demagojik silah olan aynı silahı kullanmakta: Bilim biziz! Bize karşı çıkan bilimdışıdır.

Ahmet Aydın, kimi gıda sektöründen, kimi egemen tıp camiasından gelen bu saldırılara karşı bazı kişilerle ittifak halinde görüşlerini savundu. Onun birlikte hareket ettikleri insanlar, bizler dışında, medyada ünlü olmaya başlayan Canan Karatay, Kenan Demirkol, Ahmet Rasim Küçükusta, Yavuz Dizdar, Mevlüt Durmuş gibi isimlerdi. Ahmet hoca, Yavuz Dizdar, Mevlüt Durmuş, aynı zamanda bizim TIP BU DEĞİL kitaplarımızın da yazarlarındandı.

Hemen belirtelim, tüm bu kişiler, egemen-ticari-akademik tıbba karşı olumlulukları büyük ölçüde ağır basan kişilerdi bana göre. Ayrıldığımız noktalar nelerdir, şimdi ona bakalım.

Canan Karatay: Şu dönemde bile olumluluğu olumsuzluğuna ağır basmakta. Hem sistemin gıda-beslenme çarkının, hem ticari-akademik tıp dolaplarının ipliğini pazara çıkarmakta. Doğruya çok yakın bir beslenme anlayışını savunmakta.

Ancak yüksek muayene ücretleri, kişisel reklamcılığı, kitap pazarlamacılığı, aşırı medyatikliği ile ters tepki de oluşturmakta, karşı tarafa bol bol koz vermekte. Fazla konuştuğu için ve genel savruk bilinci nedeniyle sık sık yanlış veya abartılı şeyler de söylemekte.

Bir de savlarının bilimsel temelini bilimsel yayınlara dayandırmakta isteksiz ve yetersiz kalmakta. Belki de genel strateji açısından onun tutumu doğrudur. En aydınlar, “en profesörler” dahil bu halk, bilimselliği zerre kadar önemsemez çünkü. Savınızı bilimsel temele oturtmaya çalıştıkça taraftar kaybedersiniz, ilgi kaybedersiniz. Bu sitede, her konudaki yayınımız, savımın en somut kanıtıdır. Siyasi, ideolojik, edebi vb. konularda her türlü görüşümüzü ne kadar kanıta dayandırırsak, ne kadar yaşamdaki karşılığını oturtmaya çabalarsak, o oranda kaybediyoruz. Bu halk her konuda taraftarlık peşindedir, slogan ve hap fikir peşindedir. Çok yönlü geniş düşünceye, mantığa ve bilime… Hiç abartmıyorum, DÜŞMANDIR. Nesnelliğe düşmandır.

Halkı bırakın, “sol aydınlara “ açılma konusunda apaçık rate durumuna düşen bizler, sadece farkımızı belirtebiliriz, kimseye akıl öğretecek halde değiliz.  Ahmet Aydın hocamız da keza, parasal konularda sponsorlu bilimsel kongrelere gitmeyecek kadar ilke sahibiydi, her savını çok sayıda araştırma sonucuna ve temel tıbba dayandırmaya çalışıyordu da, halkı bıraktık, doktorları ikna edebiliyor muydu?

Yavuz Dizdar: Biliyorum ki Yavuz arkadaşımız, Karatay gibi işin para yönüyle ilgilenmez, ama popülerlik yönüyle fazla ilgili gibi duruyor. Yüzün ekranda fazlaca görünmesi, bu halkın zeka ve bilgi düzeyi açısından bir şeyi kabul ettirmek için mutlak şart. İsterseniz evrenin sırrını açıklayın, üç-dört kez ekranda bunu anlatın… “En profesörler” dahil halk ertesi gün sizi unutur. Ancak 30-40 çıkıştan sonra aklında bir şeyler kalmaya başlar. Ekrana sık çıkmak bu bakımdan önemli. Ne var ki, hep aynı şeyleri söylüyorsanız, bir süre sonra bu sefer de bıkkınlık başlar. Ters tepkiler görülür. Söylediklerinize duyulan güven aşınmaya yüz tutar. Boşuna değil, Tayyip Erdoğan –ki halkı etkileme sanatının baş ustasıdır– her dakika ekranda, ama dikkat ediyor musunuz, her gün başka bir şey söylüyor. Her gün ilgiyi yeni baştan kuruyor.

Yavuz Dizdar dostumuz ise genel siyasi-ideolojik liberal anlayışının da doğal sonucu olarak konuya hep tek yönlü, tek taraflı bakıyor, baktırıyor. Belki de fark gösterse artık medya onu çağırmayacak. Bunu deniyor mu, bilmiyorum. Lakin mütemadiyen “tavuk yemeyin, yumurta yemeyin” muhabbeti, mütemadiyen tetkik yaptırmayın, ilaç kullanmayın lafları ters tepmeye başlayacak. Şahsi görüşüm, tavuk konusunda, yumurta konusunda Dizdar ile benzer. Ama “şunu asla yemeyin” demem ben. Bu ne bilimsel olur, ne nesnel. Çünkü bütün gıdalar aynı durumda. Kendisi durmadan makarna yiyormuş! Kendi tarzını örnek beslenme gibi gösteriyor. Son derece yanlış. Makarnanın karbonhidrat olmasıyla, bunun zararıyla ilgilenmiyor. Tavuk yemiyor ya, iş bitti sanıyor. Tek yönlü beslenme, tek yönlü bakış getiriyor somutta görüldüğü gibi. O makarna buğdayı sanki pek doğal! Doğrusu şu olmalı: Olabildiğince doğal ürünler yemeye çalışın, bulamadığınız takdirde her şeyden yiyin ki, her birinin ayrı zararı bedeninizde belli bir düzeyin üstüne çıkamasın. Tabii olabildiğince az şekerli, az karbonhidratlı yemek gerek…

FAKAT: Gerek Karatay için, gerekse Dizdar için bir eleştiri var ki tam ibretlik: “Onu yeme diyorsunuz, bunu yeme diyorsunuz, ne yiyelim, siz neyin peşindesiniz!” Kusura bakmayın, gıdalarda ciddi tehlikeler varsa, bunu söylemek sadece bu hocaların değil, tüm doktorların, ziraatçıların vb. aydınların görevi. Onları yemeyip ne yiyeceklerini bulmak (ki onu da söylüyorlar sıkça) ve bunun örgütlenmesini yapmak onların işi değil. Halkın, siyasilerin işi. “Bizi zehirliyorsunuz, bu gıdaları yemiyoruz, bize sağlıklı gıdalar bulun!” diye ayağa kalkması gerekenler onları yiyenler. İsyanınızı sisteme ve iktidara yöneltin ey vatandaş, ey bilmiş solcu, Karatay’a, Dizdar’a karşı değil. Örgütlenmeyi, eylemi bunun için yapın, Karatay’a çemkirmek için değil.   

Ahmet Rasim Küçükusta: Genel tıp anlayışı keza onun da doğru. Fakat sözlerini sürekli yuvarlıyor, şekillendirmiyor, köşelendirmiyor. “Sağlıklı beslenin, her şeyden yiyin, az yiyin, adam gibi beslenin, hareket edin…” İlk bakışta gayet doğru gibi. Ama bunu klasik diyetisyenler de böyle diyor. Başkalarının ve bizlerin bu işi ölçülere bağlama, kurala oturtma çabalarına bu genellemeci anlayışla karşı çıkıyor. Adam gibi besleneceğiz de nasıl? Bunun kuralı var. Karbonhidratları olabildiğince azaltmak gerek. Günlük kalorinin ortalama yüzde 20’sini geçmeyecek KH. Bunun ölçüsü bu. İnsülin direncini ölçtürerek, yetmiyorsa yüzde 10’un altına ineceksin.

Mineral vb. takviyelerine, alınan C vitamini preparatlarına da karşı, hazır balık yağına da karşı. Her şeyi doğal yollarla, doğal besinlerden alın diyor. Geçende Ahmet Rasim hocaya sordum, cevap vermedi. Yediğimiz sebze ve meyvelerde C vitamini oranları 50 yıl önceki kadar değil, 1000 yıl önceki kadar hiç değil. Sebzelerimiz, bilhassa meyvelerimiz her geçen dönem daha da şekerleniyor, yapaylaşıyor. Bunlardan bol bol yiyecek miyiz C vitamini için? Başka şeyler için? Etlerde, balıklarda Omega -3 yok seviyelerine indi, ne yapacağız? Hoca bu konulara pek girmiyor.       

Tabii değerli hocamız, mütedeyyin bir insan olarak alkol kullanmayabilir, fakat alkolün, bilhassa şarabın zararlarına değinirken, faydalarından bahsetmemesi bilimsel-nesnel tutuma pek uygun sayılmaz. 🙂   

BİLİMSELLİK NEDİR, ANLAŞAMIYORUZ:

Bu üç hoca ve benzerleri, aşırı tetkike, aşırı tıbba, aşırı tedaviye (hatta bazı durumlarda normal boyutlarına) karşı çıkarlarken haklılar esasta. Fakat çubuğu fazla tersine büküp, onlar da abartıya kaçıyorlar bir miktar.

Tüm koruyucu sağlık çabalarına veya bu konulardaki uyarılara karşın, kişi hasta olunca ne yapılacak? Kişi bütünsel tıbba inandı, olaya fonksiyonel yaklaştı, ama sorun hallolmadı, ne yapacağız? Bu durum aslında sistemin ve tek tek kişilerin suçu. Birçok durumda açık gerçek… Ama onların suçu diye bırakacak mıyız? Oğlum çıkma oralara dediniz, çıktı, düştü, bacağını kırdı… Senin suçun, gör halini deyip kendi haline mi terk edecek ortopedist? Kardeşim yeme şunları dediniz dediniz, kadın yedi. Oldu 300 kilo. Beni dinlemedin, çek cezanı diye terk mi edeceğiz insanı! Aynı şey… Hayır, önünüze gelen hasta her kimse, kimin suçu olduğuna bakmadan onunla sonuna dek ilgileneceğiz. Gerekirse en agresif tıbbi yöntemleri kullanarak.

İşte bu konularda tartışma, yöntem, bakış açısı, strateji geliştirmek de biz sağlıkçıların görevi, bu konularda proje oluşturmak, norm oluşturmak bizlerin görevi. Ve bunlar medya için, medyatik kişiler için rating düşürücü, kazanım getirmeyicidir büyük olasılıkla. Onları izleyen büyük alık çoğunluk için de boğucudur. Yani sosyal tıp meseleleri, işin ideolojisi-felsefesi… Sanırım o yüzden böyle konulara girilmiyor, girmiyorlar. Bunlarla ilgilenmez görünüyorlar.  

Özetlersek: Bu hocaların başarı sırrı şunlara dayanıyor: 1- Ekrana çok sık çıkma ve orada tutunabilme becerisi. 2- Tek yönlü bakış ve taraftarlık duygusu oluşturabilmek. 3- Slogansı, kısa, anlaşılır ifadeler (hepsinin doğru ve tutarlı olması gerekmiyor.) 4- Olabildiğince bilimin çok yönlü karmaşası içine girmemek, söylediklerini kanıtlama çabasıyla dikkat dağıtmamak.  

VE FAKAAAT: Gebelere şeker yükleme testi yaptırmayın! Kan düzeyini ölçmeden D vitamini takviyesi verin! Mamografi taraması uygulamayın! Falanca aşıyı vurdurmayın! Kolesterol hapını zinhar kullanmayın! Diye ben medyada uluorta söyleyemem. Her şeyi çok kesin bilmediğim, yeterince donanımlı olmadığım için. Ama yakınlarıma, ayrıntılarını da anlatarak buna benzer şeyleri ifade ediyorum. Bu görüşlere yakınım.

Ayrıca bu görüşlerin medyada ifade edilmesini doğru buluyorum. Bunların tartışmaya açılması faydalıdır. Bunları dedikleri için bu hekimlerin savcılara şikayet edilmesini son derece ayıplıyorum.  

Çünkü… Günümüz ticari-akademik-egemen tıbbı her geçen yıl bütüncül bilimsel-felsefi bakış açısından, ana bilimsel yöntemden uzaklaşıyor.  Bütüncül tıptan, klasik tıp kitaplarının doğrularından, fonksiyonel tıptan uzaklaşıyor. Her geçen dönem doktorlar, hastayı veya sağlıklı bireyi, salt tek bir organ, bir doku, bir paramatik olarak görmeye yaklaşıyor.

Günümüz tıp çevreleri, iş “bilim” oldu mu, “bilimsel kuralların uygulaması” oldu mu, AKP’li, ulusalcı, liberal, Kürtçü, sosyalist, komünist kavgası çıkmadan hemen birleşiyor. Bazı şeyleri bilimsel, bazılarını bilim dışı ilan ediveriyorlar. Oysa dünyada ve bu ülkede tıbbi bilimsel yayınların bilimin esasından giderek uzaklaştığını salim kafayla düşünen her hekim onaylıyor. Kongrelerin, tıbbi toplantıların aslında birer rüşvet çarkı olduğunu herkes kabul ediyor.

Buralarda bilimsel yayınlar seçilerek, yönlendirilerek oluşturuluyor. Buna rağmen birçok yayın birbirinin sonuçlarını yanlışlayabiliyor. Bu bilimsel yayınların derlemeleri, pek çok araştırma ve bildirideki bariz kusurları ortaya koyabiliyor.

Deniyor ki, bunun alternatifi bunları toptan reddetmek değil. Yine bilimsel yönteme sarılmak. “Hukuktaki bozukluklar yine hukuk içinde kalınarak düzeltilir” esprisi… Tamamen doğru. Farklı bir şey demiyoruz. Peki bilimsel tartışmadan, sorulardan bu denli korku niye? Neyi saklamaya çalışıyor uzmanlık dernekleri, akademi, Tabipler Birliği?

Örneğin bir yayın gösteriyor ki, Küba’da her gebeye şeker yükleme testi yapılmıyor. Sadece riskli görülenlere yapılıyor. Riskli görülenlerin de bir kısmına yapılmıyor. Şeker yüklemenin de farklı yöntemleri uygulanıyor. Ve bu konu epeydir tartışma konusu. Bu yayın bunu yaptırmayın demiyormuş, sadece tartışıldığını ve herkese yapılmadığını ifade ediyormuş. Evet, doğru. Biz ne dedik! Ama tartıştıklarına ve birçoklarına yapmadıklarına göre ilerde tamamen vazgeçilecek belki. Bundan o sonuç da çıkıyor. Eee, onlar bunu tartışıyorsa, biz neden korkuyoruz tartışmaktan. Bu öfke niye? Belki 10 yıl sonra bu tarama yoluna karşı bizim önerdiğimiz yol uygulanacak tüm dünyada.

Bilim demek bilimsel şüphe ve bilimsel sorgulamadır. Niye şüphe gösterince, mantıklı sorular sorunca haksız ve ukala oluyoruz? Dahası bunu TV’de söyleyen niye cezaya uğruyor, ortalıkta tıbbı kötüye kullanan, kimisi doktor bile olmayan bunca insan dolaşırken; hastalarını ihmal ve beceriksizlikten öldüren bu kadar fazla sayıda hekim varken? Her gün TV’lerde birbirinden sağlık bozucu ürünler pazarlanırken? Bizzat hekimler, bizzat akademi tüm bunlara alet olurken. Bu nasıl bir çifte standart, nasıl bir adalet anlayışı?

Bu camia, bu tıp akademi heyeti, eleştiri kabul etmek istemiyor. Çok eski değil daha 30’lu 40’lı yıllarda, on binlerce hekimin sigara reklamlarına çıktığı bir gelenekten kök alıyoruz her birimiz. Daha on yıl öncesine kadar margarinin faydalarını anlatan profesörlerin öğrencileriyiz. Sayısız ameliyat yönteminin, sayısız ilacın yüz binlerce kişinin canı pahasına denendiği bir sektörün insanlarıyız sonuçta. Bu “biz her şeyi en birinci biliriz” edası nereden gücünü alıyor sanıyorsunuz?

ALTERNATİF TIP KORKUSU: Ticari-akademik-egemen tıbba yönelik her eleştiri yeni bir sektörü güçlendiriyor: Bu, sayısız kolu, yolu olan alternatif tıp sektörüdür. Taş Devri Beslenmesi uzunca bir süredir bilimsel diyet yöntemlerinden biri kabul ediliyor, ama onun bile para getiren sektörü oluştu, Karatay örneğindeki gibi. Fonksiyonel tıbbın da öyle. Tabii, sektörleşen her işte maddiyat ön plana çıkmaya başlıyor, halk yararı, tek tek insanların sağlığı üçüncü, dördüncü sıraya düşüyor.  

Bu işi ün ve para beklemeksizin sadece doğru gördüğü için yaygınlaştıran Ahmet Aydın gibiler her zaman ortaya çıkmıyor.

O zaman da diyorlar ki, siz bunları savundukça, halkın sağlığını korumakla yola çıksanız bile ona zarar veriyorsunuz.

Biz şahsen alternatif tıbbı falan savunmuyoruz. Bilimsel yönteme, bilimsel tıbbın ana felsefesine ve sağlıkta sosyalist bakışa geri dönülsün diyoruz. Kendi anlayışımızın çok daha bilimsel olduğunu iddia ediyor, bu büyük sorunu yine tıp bilimi içinde halletmeye uğraşıyoruz. Elbette umutsuz bir çaba olduğunu bile bile.

Elbette bizimki gibi kafaca geri ülkelerde, bir de, alternatif tıp denerek üfürükçülüğe, denetimsiz şifacılığa, bilinçsiz ot kullanımına, her türlü şarlatanlığa hızlı bir geri dönüş tehlikesi mevcut. Bu tehlikeyi de siyasi dinciliği alabildiğine örgütleyen iktidar artırıyor. Ama bir dakikaaa… İktidar sadece üfürük tıbbı yaygınlaştırmıyor. Bugün bu iktidar ticari-akademik-egemen tıbbın da en büyük patronudur. Aşırı tetkik-aşırı tedavi-aşırı tıbbın, Almanya, İngiltere gibi emperyal ülkelerdekinden bile  daha gelişmiş uygulayıcısı AKP’dir. İşte o pastayı, siyasi görüş farkı gözetmeden hepimiz afiyetle paylaşıyoruz. Aşırı tıptaki bu abartı üfürük tıbbı parlatıyor. Üfürük tıbba en keskin karşı çıkanlar üfürük tıbbı patlatıyor.

Oysa yine olaya bilimsel nesnel baktığımızda, İngiltere ve Almanya gibi emperyal ülkelerde tıp fakülteleri ve resmi sağlık denetimi içinde pek çok alternatif tıp kolunu görebiliyoruz. Bunlar üfürükçü, sahtecidir diye tıptan dışlanmıyor, zararlı yönleri kırpılıyor, iyi yönlerinden yararlanılıyor.

Hiç değilse bizim “solcu” doktorlarımız, TTB’nin vicdansız-paragöz çizgisinden, kongrelerin güzel sarhoşluğundan biraz sıyrılarak, tıbbın geçmişine ve bugününe biraz farklı bakabilseler. Sovyet tıbbını, bugünkü Çin ve Küba sağlık sistemini bir inceleyebilseler örneğin. Oralarda geleneksel tıp yöntemlerinden nasıl bir ciddiyetle yararlanıldığını, sağlığa bütüncül yaklaşımın nasıl büyük ölçüde hayata geçtiğini görebilseler. Küba’da kullanılan geleneksel ilaç çeşitliliğini bir inceleyebilseler.  

Muhalefet falan diyoruz da, bu para ve erk çarkında herkes iktidar! Az sayıda insan hariç, ezici çoğunluğu değer bilmeyen bir halkın içinde bu işler böyle gider.

Kaynak: http://www.insanbu.com/Tip-Bu-Degil-Haberleri/586-bu-halkin-kiymet-bilmezligi-ahmet-aydin-canan-karatay-yavuz-dizdar-ahmet-rasim-kucukusta

 

Yazı için 3 yorum yapılmış:

  1. Kemal Etikan dedi ki:

    Uzun zamandır bu kadar iyi tespitlerde bulunulmamıştı.

  2. Esra Şahin dedi ki:

    Halkın kıymet bilmediği sözü doğru değildir. Halk kıymet bilir hem de çok iyi bilir.

  3. Fatih dedi ki:

    Artık kayıplara karışan (neden acaba???) Kenan Demirkolu da unutmamak lazım

Siz de yorumunuzu paylaşın: