PROF. DR. KEREM DOKSAT’ A CEVABIMDIR

Yazı Fontunu Büyült Yazı Fontunu Küçült Yazı Fontunu Sıfırla
zihni sinir

Prof. Dr. Kerem Doksat’ ın bana gönderdiği e-mektup Haftanın Haberi köşesinde yer alıyor. Aşağıda ise benim ona cevabımı okuyacaksınız.

Sevgili Kerem,

BİR: Yaptığın tahsisleri çok merak ettim. Araştıracak zamanım yok; bildirirsen öğrenmiş olurum.

İKİ: Kem küm ettiğimi ve fırça yediğimi hiç sanmıyorum. Karşılıklı konuşurken duyduğun duraksamalar tamamen muhaberatla alâkalı. Bazen ses anlaşılmayacak kadar az geliyor, bazen de sözlerim kulağımda yankılıyordu. Dikkat edersen elim yayının başından itibaren sağ kulağımdaki kulaklıkta idi.

Sen asıl benim aralarda sorduğum birkaç soruya Didem Hanım’ ın nasıl hiçbir cevap veremediğine dikkat et. 

İstersen tekrar seyret: http://video.haberturk.com/haber/video/bilim-kadini-polemigi-kucukusta-yanitliyor/51675

ÜÇ: Bir yazımı bahane edip tüm yazı ve görüşlerimi silip atmanı sana hiç yakıştırmadım.

Doğru bulduğuna doğru dersin, yanlış olana yanlış, eksik olana eksik dersin, olur biter.

Haklı veya diyelim ki haksız ahkâm kesenlerin önceki eserleri iptal mi edilir? 

DÖRT: Bir yazım için beni göklere çıkarmanın; başka bir yazım için sağa sola şikâyet mektupları döşenmenin; bir başkası için beni aşağılamaya kalkmanın nasıl bir “halet-i ruhiye” olduğunu senin daha iyi değerlendireceğini umuyorum.

 BEŞ:Bizim Mekân’da bununla ilgili görüşlerim yer alır dağınık şekilde…”  dediğin gibi bence “dağınıklık” sadece Mekânla sınırlı değil.

ALTI: Senin Mekânından -kusura bakma ama- hiçbir yazını okumadım.

BEŞ: Bana neden bilgisiz dediğini anlayamadım. Üstelik gönderdiğin yazıda senin kendi yorumların dışında beni aydınlatacak bir “bilgi kırıntısına” da rastlayamadım.

Üstelik de benim her şeyi bilmek gibi bir iddiam yok. Öğretmekten de özellikle öğrenmekten de çok zevk alırım.

ALTI: Beni musiki üstadı olarak nitelemen iyi ve hoş ama ben musiki üstadı değilim ve olmam da mümkün değil. Haddimi bilirim. Keşke olabilsem ama Allah bana bu özelliği vermemiş.

Sadece musikiye hastalık derecesinde muhabbetim olduğunu gururla söyleyebilirim.

YEDİ: Bana cinsiyet ayırımcısı diyorsun ama asıl cinsiyet ayrımcıları cinsiyet ihtiva etmeyen bilim adamı kelimesinden bilim kadını, bilim insanı tabirlerini türetenler değil midir?

SEKİZ: Senin Erkeğin evrimsel hükmedici ve kadını sâdece doğurup bebek yetiştirmeye zorlayan tavrı yumuşadıkça, kadınlar da her alanda kendilerini ispat edebilmişlerdir, bu kadar basit!” sözün neden kadınlar arasından bir dâhinin çıkmadığını izah etmeye yetiyor mu sence?

Bu mesele senin öne sürdüğün gibi hiçbir bilimsel araştırmaya dayanmayan basit bir yorumla izah edilemeyecek kadar çok etkenli ve karmaşık olmalıdır.  

ON: Yazım Türkçe kaleme alınmıştır ve travesti de TDK sözlüğünde yer alan bir kelimedir.

Gelelim neticeye

Sevgili Kerem, 

Sana yazdığın gibi “ne kırıldım ne de bozuldum”.

Bu sıcak yaz gününde seni sevindirmiş olduğumu hissettim ve inan ki ben de senin kadar mutlu oldum.

Fakir sevindirmek sevaptır demişler. 

Gözlerinden öperim.

Yazı için 7 yorum yapılmış:

  1. Sevgili Ahmet Rasim Küçükusta,

    Lisan fakirliği ilk cümlenizde başlıyor: “Tahsisleri” değil, “Tashihleri” olacak.

    Her şeyinizi çöpe atmadım, kuşkuya düştüm sâdece; bu da en tabiî bilimsel kuşkuculuktur (sceptisizm). Size de tavsiye ederim (bilhassa kendi makalelerinizi yazarken)…

    Çok meşgûlseniz, ben de öyleyim ama size önem ve değer verdiğim için makalelerinizi okuyorum fakat sizin tenkide hiç tahammülünüz yok. Benim mekânımdan hiç bir şeyi okumadığınızı belirtmeniz de çok mânidar!

    Bana “dağınıklık mekânla sınırlı değil” diyerek aklınız sıra hakaret ediyorsunuz; ayıptır. Sağa sola mektup her hafta siz yolluyorsunuz ama ben yapınca “Hâlet-i rûhiye bozukluğu” mu oluyor? Komik!

    Mûsikîye hastalıklı derecede muhabbetli olmanız pek hayra alâmet değil; yardım almanızı tavsiye ederim. Malûm, hastalık (maraz, patoloji) sağlıksız bir hâldir ve tedavisi icap eder…

    TDK Sözlüğü mevcut en berbat sözlüktür ve travesti lâfı yanlıştır; o sözlükte yüzlerce benzeri hata var. Seksüel sapmalar ise benim uzmanlık alanım, senelerce dersini verdim (hem Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde, hem Adlî Tıp Enstitüsü’nde).

    Evrim-bilimden, maskülen ve feminen rollerin farklılaşmasının tarihinden dahi bîhabersizin; ben sırf ulusal psikiyatri kongrelerinde bu konular hakkında 30’un üzerinde konferans verdim, panele katıldım.

    Bana “fakir sevindirmek” şeklinde hitap ederek inanılmaz bir sinizm ve müthiş şişkin bir ego sergiliyorsunuz, ayıptır, içgörü zaafıdır.

    Ben sizin hakkınızda psikiyatrik değerlendirme yapsam etik olmaz ama bu kadarını yazmadan edemedim.

    Kadınlar arasından dâhi çıkmadığını hâlâ iddia etmek, tefekkür körlüğüne ve seksizme girer. Size kaynak da vermiştim üstelik… Nedir bu kadın düşmanlığınızın sebebi diye tebessümle bâzı tahminlerde bullundum ama yazmam, ayıp olur.

    Son olarak da, maâlesef sâdece orta yetenekli bir demagog olarak görüyorum artık sizi.

    Ben de yanaklarınızdan bûs eder, sıhhât ve bol demagojiler dilerim…

  2. Özlem Altunel dedi ki:

    Dilde ve her yerde…

    Şirin Tekeli’nin Türk Tabipleri Birliği (TTB) Kadın Sağlığı ve Kadın Hekimlik Kolu ile Ankara Üniversitesi Kadın Çalışmaları AnabilimDalı’nın ortaklaşa düzenlediği II. Kadın Hekimlik ve Kadın Sağlığı Kongresi’nde “Bilimin Konusu Olarak Kadın Bedeni” başlıklı konuşması:

    “Aslında sağlıkla ilgili insanlığın önemli tarihi adımlarını daima kadınlar atmışlardır. Zira, taa “avcı toplayıcı” toplumlardan beri, otları, bitkileri toplayan, kaynatan, sağaltıcı etkilerini keşfeden ilk hekimler kadınlar olmalıdır. Yerleşik tarım toplumlarına geçildikten sonra da, daha “kutsal” bir nitelik atfedilerek, “doğurgan olduklarına göre doğanın dilini okuyanlar” kadınlar olmakta devam etti. Bereketi temsil ettiler, tohum geliştirdiler, hekimliği de sürdürdüler. Modern çağlara, 17. yüzyıla geldiğimizde, özellikle Doğu dünyasında, tek tük ünlü saray hekiminin dışında toplum hekimliğini “kocakarılar”, “kocakarı ilacı” denen tedavi yöntemleriyle sürdürmekteydiler.Bunun en ünlü kanıtlarından birisi, 18. yüzyıl başında büyükelçi kocasıyla birlikte İstanbul’a gelen ve kadın olması hasebiyle, başka hiç bir seyyahın sahip olmadığı “harem”e, kadınların dünyasına girme ayrıcalığını elde eden Lady Mary Montagu ile ilgilidir. Leydi, haremle ilgili yaptığı, kendi Batılı dünyasına kimi ciddi eleştiriler getirmesine de yol açan gözlemlerinin yanısıra, o sırada kadınlar tarafından uygulanan “çiçek aşısı”nı öğrenmiş, ülkesine dönerken bu çok değerli bilgiyi götürmüştür. Batı dünyası, Lady Montagu’yü “insanlığa” yaptığı bu önemli katkıyla tanır.

    Kadınlara yönelik bir tür soykırım: Cadı avcılığı

    Ancak, o dönemde Batı’da kadınlar tüm ortaçağ boyunca sahip oldukları benzer hekimlik statülerini kaybetmekteydiler. Kilise ve erkek hekimlerin (hekim loncalarının) işbirliği ile yürütülen, bir tür “soykırım” olan “cadı avcılığı” yoluyla kadınlar meslekten sürülmüşler, yok edilmişlerdir. Suçları neydi? Esas olarak, kilisenin yasakladığı kürtaj ve doğum kontrolü araçlarını kullanarak, çok çocuk doğurmak sonucu sağlıklarını ve hayatlarını yitiren kadınları ölümden kurtarma çabasıydı.

    Modern Çağ: Hekimler yerine hemşireler

    Sonrası iyi biliniyor. Modern çağa gelindiğinde artık kadınlar hekimlik mesleğinden tamamen dışlanmışlardır. 1856 Kırım Savaşı’ından sonra, Florence Nightingale’in öncülüğünde meslekten hastabakıcı, yani erkek hekimin yardımcısı statüsünü kazanmak için mücadele vermişlerdir. Tıp fakültelerinin kapılarını kadınlara açması yenidir. Birçok Batı ülkesinde 20. yüzyıl başına gider.

    Nobel Ödülleri ve kadınlar
    Şimdi, 20. yüzyılda olan bitenlere göz atmak istiyorum. Bunun için en kestirme yol, Nobel ödüllerinin zaman içindeki evrimine bakmak. Bütün ödülleri ele almayacağım, ama şu kadarını söyleyeyim ki, ödüllerin başladığı 1901 ile 2009 arasında, ödül verilmeyen I. ve 2. Dünya Savaşı yılları bir yana bırakıldığında 100 yıllık bir dönem sözkonusu. Bu dönem içinde ödül verilen kadınlar, bir avucu geçmez. En düzenli olarak kadınların onurlandırıldığı dal, her şeye rağmen, “edebiyat”tır ve 1909’da Selma Lagerlöf ile başlayan bu dizide, 1926, 1928,1938,1948 gibi makul (!) aralıklarla edebiyat ödülünü dünyanın her bir yanından kadınlar kazanmışlardır. Bilim ödüllerinde durum çok farklıdır. Nobel kazanan ilk kadın Marie Curie’dir. İlk kez fizik ödülünü kocası Pierre’le birlikte kazanır. Ancak, bilim tarihinin istisnai bir dehasıdır ve1911’de, ikinci kez, kimya ödülüyle ödüllendirilir (bu onura sahip olan tek Nobellidir). Kızı ve damadı da yıllar sonra ödülü gene birlikte kazanacaklardır. Uzun yıllar, ödül kazanan kadınların özelliği, ödüle eşleriyle birlikte layık görülmeleridir.
    1947 tıp ödülünü kazanan Carl Frederick Cori ve karısı Gerty Theresa Cori gibi. 1947’den 1977’ye kadar bir daha bir kadın tıp nobeli görmüyoruz. O yıl, üç kişilik ekip içindeki Roselyne Yallow ödüllendirilmiş. 1983’te Barbara McClintock, genetik üzerine çalışmalarıyla tek başına tıp ödülünü almış, 1986’te Rita Levi-Montalcini, büyüme faktörleri konusundaki iki kişilik bir ekip çalışmasıyla ödülü almış.
    1988’de Gertrude B. Elion üç kişilik bir ekiple tedavi alanındaki çalışmaları için ödüllendirilmiş, 2004’te Linda B. Buck iki kişilik bir ekiple koku alma konusundaki çalışmasıyla ödül almış ve nihayet, 2009’ta tarihte ilk kez, kromozomlar üzerine çalışmalarıyla ödüllendirilen üç kişilik ekip içerisinde iki kadın, Elisabeth H. Blackburn ve Carol W. Greider ödüle layık bulunmuşlar.
    Bu kısa tarihe biraz dikkatli bir gözle bakıldığında, kadınların bilim tarihindeki yerinde 1983’ten bu yana bir hızlanma görülüyor. Bunun, 1970’lerde Batı dünyasını çok derinden etkileyen “feminist kadın hareketi”nin bilimler üzerinde yarattığı doğrudan etkiyle açıklanabilmesi büyük bir olasılık.
    Rosalin Franklin: Katkısı bilinse de jüri ödül vermedi

    Nobel konusunu kapatmadan önce, muhtemelen pek çoğunuzun bildiği, ama bilmeyenlerin de mutlaka bilmesi gerektiğini düşündüğüm, bana göre çok hazin, hatta trajik bir bilim kadını öyküsünü sizlerle paylaşmak istiyorum: Rosalin Franklin (1920-1958). Rosalin, Birinci Dünya Savaşı sonrasında, henüz kadınların okutulmadıkları, zira evlenip çoluk çocuğa karışmalarını öngören Victoria dönemi değerlerinin, 1910’lu yıllarda İngiltere’yi şaşırtan ve sarsan sufragist (oy hakkı) harekete rağmen üst ve orta sınıflarda geçerli olmayı sürdürdüğü bir dönemde, varlıklı bir Yahudi banker ailesinin kızı olarak dünyaya gelir. Liberal düşünceli babası ona bir şans tanır. Rosalin Cambridge’de fizik, kimya ve biyoloji okur. Kristallerin fotoğrafları konusunda öncü çalışmalar yapar. O sırada Cambridge’de DNA üzerine çalışmalar yürütmekte olan Watson ve Crick ekibi çıkmaz bir yola sapmıştır. Yanlış bir hipotez geliştirmişlerdir. Ne var ki, gene Cambridge’de, Rosalin’in çalıştığı ekipten Wilkins, onun çalışmalarını yakından izlemektedir ve Rosalin’in bilgisi dışında onun kristal fotoğrafları ile istatistik dizilerini Watson ve Crick’e servis eder. Böylece doğru hipotezi bulan ekip DNA’nın yapısını çözer.

    Bu çalışmayla Watson, Crick ve Wilkins, 1962’de “double helix” konusundaki keşifleriyle Nobel tıp ödülünü kazanacaklardır. Ne var ki, bundan bir kaç yıl önce Rosalin, 37 yaşında kanserden ölmüştür. Aslında DNA çalışmasına katkısı bilinmekle birlikte Nobel jürisi, ödülün ancak hayatta olanlara verildiği ve üçten fazla kişiye verilmediği gerekçesiyle Rosalin Franklin’in bilime olan büyük katkısını görmezden gelir.
    Bunda anti-semitizm kadar, bilim dünyasının o zamanlar genel geçer bir kuralı olan “maşizm”in etkili olduğu çok açıktır. Nitekim, sonradan yayınladığı hatıralarında Watson (1968) Rosalin’den bahisle son derece cinsiyetçi ve küçümseyici bir tavır sergiler. Hatta, Crick’le aralarında geçen bir konuşmada Rosalin’le ilgili olarak “ben kadının akıllısını değil, iri memelisini severim” lafını eder.
    Nitekim sonradan, Rosalin’in yakın arkadaşı Sayre, yükselmekte olan 70’ler feminizminin ivmesiyle Rosalin’i savunan, yenen hakkının iadesini isteyen bir kitap yazar; bu polemik yakın zamana kadar sürer (bkz. Mick Jackson’un 1987’de çevirdiği çok etkileyici TV filmi, Life Story ve Brando Madox’un 2002’de yayınladığı, Rosalin Franklin, The Dark Lady of DNA kitabı gibi…) ve hâlâ sürmektedir.”

    Bir de Sheila Rowbotham’ın Şükrü Alpagut’un çevirdiği ‘Kadın Bilinci Erkek

    Dünyası’ adlı kitabından: “Bir de dil sorunu var. Sözcükleri öğrenir öğrenmez, kendimizi onların dışında buluyoruz…Dilin belli bir gücü vardır. Dil egemenlik kurma araçlarından birisidir. Üst konumdaki kişilerce özenle korunur; çünkü dil, onların üstünlüklerini korumalarını sağlayan yollardan birisidir”

  3. Özlem Hanım,

    Değerli yazınız için pek çok teşekkürler.

    Onun sadece yorumlar bölümünde kalmasına gönlüm razı olmadı.

    İnternetten bulduğum bir resminizle beraber (inşallah o “siz”sinizdir)daha çok kişiye ulaşması için Misafir Yazar bölümüne de koydum.

    Yazınızı yorum bölümüne gönderdiğiniz için müsadenizi almam şart değil diye düşündüm; inşallah yanılmıyorumdur.

    Yazılarıma her gün çok sayıda yorum geliyor ve bunların maalesef büyük çoğunluğu sadece kızgınlık belirten, hakaret amaçlı
    yorumlar. Bunları yazanların içinde maalesef profesör unvanlı kişiler de var.

    İnsanların yazılarıma hakaret ve küfürle cevap vereceklerine “Görüşleri bize çok zıt ama fikirlerimizi söylemek için ne güzel fırsat yaratmış” diye memnun olmalarını çoğu zaman boşuna bekliyorum.

    Oysa sizin gibi düşüncelerini güzel güzel ifade etseler ve adam gibi tartışsak, birbirimizden faydalansak ne kadar güzel olacak.

    Ben yazınızdan çok bilgilendim.

    Yeni yazılarınızı da siteme koymak beni çok mutlu eder.

    Size emeğiniz için tekrar teşekkür eder, selam ve sevgilerimi sunarım.

  4. Serdar bayrak dedi ki:

    Sayın Hocam ıvır zıvır bir yazı yazmışsınız…Yorumculardan daha fazla bilgilendik.

  5. Sayın Ahmet Rasim Küçükusta,

    Diğer bana da yollanan yorumları, tenkitleri de (hiç birinde hakaret filân yok) yayınlarsanız dürüstçe olur.

    Bu arada, kadın Dergisi’nden ve pek çok kadın teşkilâtından ve kadından teşekkür aldım. Derdim bu değil tabii ki ama 2011 senesinde bir tıb (evet “b” ile) profesörü “dâhi kadın yoktur” derse ve ısrar da ederse, ona birilerinin işin doğrusunu bildirmesi icap eder.

    Haydi, vaz geçin şu cinsiyet ayrımcılığından…

    Saygımla…

  6. Ali dedi ki:

    Safsata söyledikleriniz. Dünyadan ve gerçeklerden kopuk fikirler. Bkz AB, ABD, Kanada, Avusturalya.

  7. İsim dedi ki:

    Oysa sizin gibi düşüncelerini güzel güzel ifade etseler ve adam gibi tartışsak, birbirimizden faydalansak ne kadar güzel olacak.

    şu yazdığınız cümlede bile falso var. allah akıl, fikir, gender neutrality versin:D

Siz de yorumunuzu paylaşın: