VİCDANIN KABUL ETMEDİĞİ BİR FOTOĞRAF NASIL HABER DEĞERİ TAŞIR?

Yazı Fontunu Büyült Yazı Fontunu Küçült Yazı Fontunu Sıfırla
kasa fişi

Özlem Yurtçu‘ nun yazısı:

Amerika’da bugünlerde iki şey konuşuluyor. Biri Irene kasırgası diğeri de Apple’ın eski CEO’su Steve Jobs‘un hastane fotoğrafları. Ünlü dedikodu sitesi TMZ, Jobs’un bir deri bir kemik haliyle klinikte çekilmiş fotoğrafını yayınlayınca ve dünya medyası bu fotoğrafın üzerine atlayınca, birden herkeste etik kaygısı alevlendi yine. Apple kullanıcıları siteyi bombardımana tuttu; gazeteciliğin ve bu çerçevede paparazzi haberciliğinin sınırları yeniden konuşulmaya başlandı.

Türkiye bu konuda nerede, ben de bunu düşündüm bu tartışmalarla beraber. Ve hemen aklıma şu soru geldi: Neden böyle bir şey bir ünlünün ya da zenginin başına gelince tartışılıyor da sıradan bir vatandaşın bu türden bir fotoğrafını medyada gördüğümüzde rahatsız olmuyoruz? Okuyucudaki bu “ölü sevciliği”ni beslemenin kazandırdığı tiraj-reyting, yönetimlerin vicdan süzgecinden nasıl geçiyor?

Herhangi bir ünlü, hastaneye yattığında veya başka bir açıdan tüm basının gündeminde olan bir yoğun bakım hastası olduğunda benim için de kabus başlar. Sağlık editörü olduğum için durumuyla ilgili bilgileri edinmek vs bana düşüyor haliyle. Ama işin bu kısmı hiç koymuyor da, örneğin yoğun bakımda yatan birinin fotoğrafı benden istendiğinde devrelerim yanıyor. Birincisi o yoğun bakımda yatan kişi sadece o değil; orada başka hastalar da yatıyor. Biz onun fotoğrafını çekeceğiz diye diğerlerinin hayatını riske atmak meşru mu oluyor? İkincisi ve daha da önemlisi, orada belki bilinci kapalı bir şekilde yatarken, ağzında burnunda hortumlar takılı bir şekilde kendi rızası olmadan kimse görüntülenmek istemez.

Habercilik her türlü insani duygudan muaf mı bırakıyor bizleri, yöneticilerimizi okuyucularımızı? Neyse ki İbrahim Tatlıses örneğinde olduğu gibi hastanede yatan kişi kesinlikle görüntü alınmasına müsaade etirmeyecek güce sahipse; bir şekilde paçayı sıyırıyor. Ama aklıma hemen aşağıda anlatacağım örnek geliyor bu tip haberler okuduğumda. Ve her aklıma geldiğinde de yüreğim sızlıyor.

Hatırlarsınız bundan 3-4 sene kadar önce Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde dünyada bile çok az gerçekleşmiş tıbbi bir başarıya imza atılmıştı. Menenjit nedeniyle Azraille olan savaşını kaybeden bir anne, tam 21 gün makinelere bağlı olarak mekanik bir şekilde yaşatıldı ve onun aslında cansız bedeni, doğacak bebek için bir sığınak gibi kullanıldı. 6 aylık hamileyken menenjit geçiren ve hastalığın pençesinde kurtulamayan Yıldız Alçı‘ya, 21 gün daha oğlu Sadi için nefes aldırıldı. Sadi bebek 27 haftalıkken 760 gram olarak sezaryenle dünyaya geldi. Ama o 21 gün ve sonrasindaki nice 21 gün boyunca bu haber gündemden düşmedi.

Sadi bebeğin Kadir Topbaş tarafından bağışlanan evi, sadi bebeğin ilk ağlaması, Sadi bebeğin biberon markası, ilk adımları, Sadi bebekle yatıp Sadi bebekle kalktık günlerce.

Buraya kadar her şey normal. Kesinlikle her açıdan haber değeri taşıyan tıbbi bir başarı. Ama aslında bir dram da aynı zamanda… O günlerdeki müdürüm benden yoğun bakıma girip annenin fotoğrafını çekmemi istedi. Öncelikle kendi annesini aylar sonra yoğun bakımdan henüz çıkarmış biri olarak şunu düşündüm; fotoğrafı istenen kişi ya benim annem olsaydı? Sonra müdürüme “Hayır, öyle bir fotoğraf çekmemi istemeyin benden. Kime ne faydası olacak ki ölü bir kadıncağızın? Sizin eşiniz olsa orada yatan, o fotoğrafı gazetede görmek hoşunuza gider miydi?” dedim.

Ama o, diğer gazeteler nasılsa deneyecek onlardan önce biz yapalım endişesindeydi haklı (!) olarak. Bu meslek böyle acımasız bir meslekti. Ben de yoğun bakıma kimsenin alınmayacağını bahane edip pasif direncimi sürdürdüm. Israr edince, elim mahkum, hastaneyi aradım çaresiz bir şekilde. Tabii bütün basının ilgisi o talihsiz annenin üzerinde, güvenlik görevlileri falan konmuş özel olarak. Sıkı bir sebep bulmuştum artık o fotoğrafı çekmemek için. Bir sürü güvenlik görevlisi var kuş uçurtmuyorlar inanın!!! Neyse ki fazla zorlamadı müdürüm sağolsun. Hassasiyetimi anlayabilmişti sanırım. 

Habercilik adına her yolu deneyip oraya girilir o fotoğraf da çekilirdi elbet. Yapmadım, hatta yapmak için çaba bile sarfetmedim itiraf ediyorum. Çünkü asıl mevzu şuydu: Beyin ölümü gerçekleşmiş bir anne. Yani orada yatan aslında bir ölü. Ağzında burnunda ventilatör hortumları olan gencecik cansız bir beden. Ben, mesleki başarı adına insanlığını yitirmenin, başarısızlıktan daha affedilmez olduğunu düşünüyorum. 

Ertesi gün sağolsun devletimizin ajansı‘nın işgüzar bir muhabiri (Şahsi bir tepki değil yanlış anlaşılmasın. O muhabirin adını bile bilmiyorum inanın), hademelerden birine makineyi verip (artık nasıl ikna ettiyse!) çektirmiş fotoğrafı. Yazıişleri toplantısına girerlerken editörlerden birine, “Ben sizin yerinizde olsam o fotoğrafı koymam ve belki siyah bir kare koyup altında da etik sebeplerden bu fotoğrafı koymayı uygun bulmadığımız için kullanmadık diye yazardım” dedim. O beni haklı bulsa da “diğer gazeteler illa ki kullanacak” kaygısıyla yazıişlerinin oy çokluğuyla o fotoğraf benim gazetemde de yayınlandı. Üstelik Yıldız Alçı’nın tıbbi durumu hakkında bilgi alıp yazdığım haberde benim imzamla!

Orada yatan o muhabirin annesi, kardeşi ya da kendi eşi olsaydı aynı şeyi yapabilir miydi? O fotoğrafı çektirebildiği için gazetecilik adına gerçekten çok büyük bir başarı mı elde etmiş oldu? O fotoğrafla halka ne öğretti, ne sundu, yeni ne kattı? Hiçbir fikrim yok. Aynı şekilde gazete yöneticilerinin bir yakını olsa, o fotoğrafın sayfalara konması onlara nasıl hissettirecekti? Bahsettiğimiz bir “ceset”. Menenjit olup ölmüş gencecik bir annenin savunmasız bedeni. Daha nasıl anlatırım bilmiyorum. O fotoğrafı insanlar gazetelerde görse ne olacak görmese ne olacak? Bulabiliyorsan sağlıklı zamanındaki resmini bulur koyarsın ona lafım yok ama ölü bir bedenin resmini, kendi rızası zaten olamaz, ailesinin bile izni olmadan kaçak bir şekilde çekip yayınlamak nasıl bir gazetecilik başarısıdır? İşte bunların oturulup tartışılması gerekiyordu.

Ama Yıldız Alçı toprak oldu; eşi, kucağında bir bebekle yoluna devam etti, bu mesele unutuldu gitti. Sadi bebek büyüyecek. Okuma yazma öğrenecek. Büyüdüğünde bir gün dönüp de gazete arşivlerine bakınca, annesinin o ölü halinin resmini görecek. Nasıl hissedecek sizce?

Haber değerini belirleyen şey, her zaman okurun ya da seyircinin beğenileri vs değil, aynı zamanda o kuruluşun yayın politikası, mesleğin kendi etik çizgileri de olmalı. “Müşteri bunu istiyor” mantığıyla bu işler yapıldığı sürece işin kalitesi de o müşterinin seviyesiyle aynı düzeyde gider.

Neyse lafı uzatmayalım, dönelim başa. Steve Jobs gibi Yıldız Alçı’nın da o hakları yok muydu? Bu kişisel haklar “üçüncü sınıf” sıradan vatandaş için işlemiyor muydu yoksa? İşin bu kısmı Yıldız Alçı ve onun gibi belki yüzlercesi için asla tartışılmadı. Ama ne zaman ki bir ünlü, bir zenginin başına böyle bir olay gelse; birden etik kaygılar raflardan iniveriyor. İşte bu ikiyüzlülük beni delirtiyor.

Siz de yorumunuzu paylaşın: