DAVUL TOZU?

Yazı Fontunu Büyült Yazı Fontunu Küçült Yazı Fontunu Sıfırla
enver göncüoğlu

Dr. Enver Göncüoğlu’ nun yazısı:

Sayın hocam.   

Klişelerden uzak oluşu, düşünmeye sevkedişiyle harika yazılar yazıyorsunuz. Bununla beraber yazınızda belirttiğiniz üzere bir grup ilaca,  ”davul tozu-minare gölgesi’  dediğinizde size hemen ”hangi ilaç öyle değil ki?”  sorusu sorulacaktır.   Malumunuz, tüm ilaçlar piyasaya çıkmadan, daha doğrusu ilaç olarak kabul edilmeden önce Plasebo ile karşılaştırılır.  İn vitro olarak herşeyiyle mükemmel olan bir molekül, in vivo olarak plaseboyla karşılaştırılıp, golsüz berabere kalıp, piyasaya çıkmadan elenir.

Hele hele plasebo etkinin  hissedilmesinin de ayırtedilmesinin de en zor ve kaçınılmaz olduğu antidepressanlardan bahsediyorsak, durum daha da karışık hale gelecektir.  Hem ilaç işe yarıyorsa bunun yüzde kaçının plasebo, yüzde kaçının ilaç etkisi olduğunu her hastada hesaplayamıyorsak ilacı bu nedenle yazmamalı mı, yazmalı mıyız sizce?   Hekimliğin sanat kısmıdır zaten yazdığı ilaca, plasebo etkiyi de ilave edebilmek.  Öyle değil mi?   
Çılgın bir fikir olarak değerlendirebilirsiniz ama bence her ilaç firması, ürettiği ilacın plasebosunu da üretmeli ve eczanalere dağıtmalıdır.  Böylece bizler de bazı hastalarımızda plasebo etkiden faydalanmalı,  tedaviden doğabilecek risklerden uzak tutabilmeliyiz. 
İlaç firmaları ve özellikle de yabancı ilaç firmalarına sıklıkla eleştiri getirmektesiniz.  Çoğunda haklısınız.  İlaç firmalarının amaçları elbette ilaç satmak olacaktır.   Bazı ilaç çalışmalarının bu nedenle yanlış ve çarpıtılmış çalışma ve bilgilerle ilacı övecek olması da mümkündür.   Ancak ilacı öven çalışmalar kötü, buna karşn kötüleyen çalışmalar için de tamamen iyi niyetle hazırlanmış diyemeyiz.    Belki bazı bilim insanları için ilacı kötülemek sayesinde bir rant oluşuyordur, kimbilir?   Unutmayın bizim mesleğin sembolü yılandır yılan olmasına ama iki tane sarılmış yılandır.  Saki aksaklığı, yamukluğu, bozgunu, hastalığı tek tarafa bakarak değil, tüm yönlere bakarak görelim diye.  Şüpheciliğimizi her yöne kullanalım diye.
İlaçlar ve firmalarla ilgili yorumlarınızda bence yılanlardan birini kaybetmekte ve tek tarafa bakmaktasınız.  Bir ilacın en ucuzunu yazmaya teşvik etmekle, sadece yabancı ilaç firmalarına savaş açmış oluyor ve bence hata ediyorsunuz. Çünkü size burada adını zikredemeyeceğim o kadar fazla sayıda dandik   ”muadil”  ilaç sayabilirim ki şaşarsınız. Mikropellet denilen ama içini açınca patlamamış afyon gibi duranı mı ararsın,  Türkiye’de olmayan teknolojiyle üretildiğini iddia eden mi ararsın,  çentikli tablet olup bölünmeyeni mi,  disentegrasyon ve dissolusyon testlerinden geçememiş olanı mı…   Say  say bitmez. 
Ama aslında bunlar kadar ve hatta daha da kötüsü   Türkiye’de bir ilaç için biyoeşdeğerlik almanın kolay oluşudur.  Orijinal ilacın dozunun %90’ına sahip olmak eşdeğerlik için yeterli olmaktadır.  Üçüncü ilaç için eşdeğerlik almış ilacın dozunun %90’ı yetmektedir.   Yani aslında tavşanın suyunun suyu olmuştur.   Bizim hekim olarak amacımız hastayı tedavi etmektir, Ar-Ge harcamamış,  ilacı bulmamış, tepesine konmuş, (hepsi olmamakla birlikte) bazıları uluslararası etik kurallar bütünü olan AIFD kurallarına da gülüp geçen yerli ilaç sanayiini ve patronlarını kalkındırmak değil.  Kendime ve yakınlarıma reçete etmeyeceğim hiçbir ilacı hastama da yazmayacağım.  Öte yandan tüm yerli ilaç sanayii ve tüm muadiller dandiktir de denemez. 
Konuyu bir deyişin tarihsel öyküsüyle ve Türk esrarkeşlerinin ilaç endüstrisine yaptığı bir katkıdan bahsederek  noktalamak isterim. Eskiden esrarkeşler Ramazan ayında hem oruç tutup, hem de esrar çekebilmek için çareler aramışlar.    
Günlük ihtiyaçları olan afyonu 3 porsiyona bölüp, her porsiyonu ayrı ayrı  1, 2, 3 kat yaprağa sarıp, sahurda yutarlarmış.   Böylece günün başlarında 1 yapraklı olanı, ortalarında 2 yapraklı olanı, sonlarında da 3 yapraklı olanı sindirim sisteminde açılır içindeki afyon kana karışır ve esrarkeşe keyif verirmiş.    İşte  sabahları uykusunu açamamış, keyifsiz ve konsantrasyonu bozuk kimseler tarafından söylenen   ”Afyonum patlamadı”  tabiri de buradan gelmekteymiş.
Ne dersiniz?  Bugünün yavaş salınımlı, hatta biraraya gelince kontrollü salınımlı tabletinin temeli bu değil midir sizce?

Siz de yorumunuzu paylaşın: