BOŞ YERE KUŞATTIĞIMIZ ŞEHİR: VİYANA

Yazı Fontunu Büyült Yazı Fontunu Küçült Yazı Fontunu Sıfırla
kasa fişi

Büyüklerimizin ‘Nerede o eski bayramlar’ diye hayıflandıklarını hepimiz biliriz. İyi midir, kötü müdür bilinmez, ama zaman birçok şeyi değiştiriyor. Bayramlara da artık tatil günleri gözü ile bakılıyor. Ev ev gezip el öpmeler de kalmadı, kartpostallarla yapılan bayram tebrikleri de… Kutlamalar şimdi bir telefon, bir mesaj, hatta bir e-mail ile oturduğunuz yerden halledilebiliyor.

Çocuklarımızın bizim yaşımıza geldiklerinde bayramları nasıl geçireceklerini, neler yapacaklarını hiç düşündünüz mü, bilmem. O zaman belki Avrupa Birliği’ ne girmiş oluruz ve bayramlar hepten kaldırılırmış da olabilir, ama onların da ‘Aaah, nerede o eski bayramlar’ diye bugünleri hasretle anacaklarına şüphe duymuyorum. Zira, günümüzde bayram ziyaretlerinin yerini, para durumuna göre yurt içinde veya yurt dışında tatil yapmak almış durumda.

Biz de öyle yaptık, bayram tatilini Viyana’da geçirdik. 

VİYANA’ YI BOŞ YERE KUŞATMIŞIZ

Osmanlılar, Viyana’yı biri 1529 yılında Kanuni Sultan Süleyman, diğeri de 1683 yılında IV. Mehmet zamanında kuşatmışlar, ancak fethedememişler. Atalarımız  boş yere uğraşmışlar, çünkü 2005 yılında Viyana’nın kuşatmaya gerek kalmadan, hatta bir damla kan bile dökülmeden, doğrudan havadan inen kuvvetlerle Türklerin hakimiyetine geçtiğini gözlerimle gördüm.

Geçmişin intikamını alırcasına, Viyana sokaklarında Avusturya’ lıdan çok Türkle karşılaştım desem inanın abartmış olmam. Yeme içme işi zaten tamamen bizimkilerin elinde. Çarşı, pazar, alış-veriş merkezleri de Türklerle dolu. Çok eski bir komşumuzu ve bir lise arkadaşımı da yıllar sonra ilk defa Viyana sokaklarında gördüm.

MÜZELER ŞEHRİ

Milattan önce 2.000 yıllarından itibaren insanların oturmaya başladığı Viyana, bugün yakın çevresiyle beraber 2 milyon nüfuslu bir şehir. 23 bölgeye ayrılmış olan kentte Tuna ve Viyana nehirleri akıyor. Müze, saray, sergi, kilise, tiyatro, meydan, park, heykeller… gibi görülmesi gerekenlerin çoğu Innere Stadt, yani ‘iç şehir’ olarak isimlendirilen bölgenin sınırları içinde kalıyor. Bir de ilginç bir not: Viyana ve 60 km uzaklıktaki Slovakya’ nın başkenti Bratislava dünyanın birbirine en yakın başkentleri olarak biliniyor, tabii Roma ve Vatikan’ı saymazsak.

Viyana için müzeler şehri de denebilir. Burada neredeyse her şeyin bir müzesi var. Her ülkede her şehirde bulunan tablolar, heykeller… gibi klasik sanat eserleri bulunanlar dışında çok değişik müzeler var Viyana’ da. İtfaiye Müzesi, Film Müzesi, Cam Eşyalar Müzesi, Dünya Küreleri Müzesi, Ses Müzesi, Papirüs Müzesi, Müzik Aletleri Müzesi, Saat Müzesi, Kelebek Müzesi, Silah Müzesi, Yahudi Müzesi, Kopya Aletleri Müzesi, Fayton Müzesi, Demiryolları Müzesi… sadece bunlardan bazıları.

Biz bu kadar çok müze içinde sadece Modern Sanatlar Müzesi ve Kelebekler Müzesini ziyaret edebildik. 7.000 esere sahip Modern Sanatlar Müzesi için söylenebilecek en hafif şey: ‘Bunlar sanat eseri falan değil, deli zırvası’. Burada sergilenenleri görüp de ‘Ben böyle sanata tükürürüm’ diyen Melih Gökçek’ e hak vermemek de mümkün değil.

Kelebekler Müzesi ise sandığımız gibi ölü değil canlı kelebekleri barındırıyor. Bildiğimiz kelebeklerden çok daha büyük, adeta küçük kuşlar gibi olan yüzlerce tropikal kelebek yaşamaları ve üremeleri için sağlanmış doğal ortamda, ziyaretçilere hiç aldırmadan uçuşup duruyorlar etrafınızda.

Görmek isteyip de fırsat bulamadığımız bir müze de Efes Müzesi idi. Burada, 1895 yılından itibaren Efes’ te kazı yapan Avusturya’ lı arkeologlar tarafından kaçırılan birçok heykel, büst, rölief ve çeşitli mimari eserler bir müzeye dönüştürülerek sergileniyormuş. Avrupa Birliği’ ne girmemize en çok karşı çıkan ülke olan Avusturya’ nın bu tarihi eserleri hangi yüzsüzlükle sergilediklerini doğrusu merak ettim.

Ah Ursula Plasnik ah, tarihi eserler içeri, Türkler dışarı, ha?

TURİSTİK YAPI 

Viyana’ nın turistler tarafından en çok ziyaret edilen yerlerinden biri de yapımı 1985 yılında tamamlanan Hundertwasser Haus isimli yapı. Betonlaşmaya bir tepki olarak şehrin ortasında, oradaki ağaçlara zarar vermeden ve onları koruyarak, Barcelona’ da Gaudi’ ninkileri andıran görüntüde, ama farklı bir modern mimari tarzda inşa edilen, içinden ağaç dalları ve çeşitli bitkilerin çıktığı bu bina, insanları monoton yapılardan kurtarmak ve onların tabiat ile tekrar bir arada yaşamalarını sağlamak için düşünülmüş.

Bu yapı bana son derecede ‘turistik’ geldi. Akın akın gelen turistlere kartpostal, heykelcik… türü hediyelik eşya satmak için düşünülmüş ve yapılmış gibi sanki.

ŞEHRİN SEMBOLLERİ

Viyana’ da Schönbrunn, Hofburg ve Belvedere sarayı, Karl kilisesi, Belediye Binası… gibi pek çok görkemli yapı var, ama Viyana’ nın sembolleri Stephan kilisesi ve Dönme Dolabı. 

Yapımına 1137 yılında başlanan Stephan kilisesi hem II. Viyana kuşatması sırasında ve hem de özellikle II. Dünya Savaşı’nda ağır hasar görmüş. Bugün içinde dini törenler yapılan, konserler düzenlenen bu kilise tabak gibi dümdüz bir ovada bulunan Viyana’ nın her yerinden rahatça görülebiliyor ve özellikle çatısındaki motifleri ile dikkat çekiyor.

Dev Dönme dolabın geçmişi ise 1897’ye dayanıyor. İmparator Franz Josef’ in tahta çıkışının 50. yılının kutlanması için yapılmış. Daha önce 30 olan vagon sayısı 1947’ den beri 15’e indirilmiş. Bu vagonları çeşitli kutlamalar, basın toplantısı… gibi amaçlar için kiralamak da mümkünmüş. Meraklılar için yazıyorum, lüks vagonun bir saatlik kirası 260 Euro. Dönme dolaba tabii ki biz de bindik, ama şansımıza hava o gün biraz sisli ve pusluydu, fazla bir şey anlayamadık. Paralar boşa gitti anlayacağınız.

MÜZİĞİN VE VALSİN BAŞKENTİ

Müzeler şehri Viyana için gönül rahatlığı ile müziğin ve valsin başkentidir de denebilir, çünkü Haydn, Mozart, Beethoven, Schubert, Strauss, Mahler… gibi pek çok ‘baba müzisyen’ uzun yıllar Viyana’da yaşamış, bestelerini burada yapmışlar. Daha ne olsun.

5 kasım akşamı, II. Dünya Savaşı’nda bombalanan ve yıkılan Viyana Operası’ nın ikinci açılışının 50. yıldönümü görkemli bir konserle kutlandı. Biz konseri Karajan Meydanı’nda opera binasının hemen yanına kurulan büyük ekrandan ayakta bedava, yorulana kadar izledik. Zubin Mehta, Ozawa, Thielemann gibi ünlü şeflerin yönetiminde, Fidelio, Don Giovanni, Aida, Fidelio gibi operalardan çeşitli bölümleri Plácido Domingo, Edita Gruberova… gibi isimlerini benim bile duyduğum ünlü solistler söylediler.

Hıncal Uluç bu konseri seyretseydi, kim bilir nasıl ballandıra ballandıra yazar, ağzınızın suyunu akıtırdı bilemem, ama ben operayı sevmem. Hele o bir yerlerine iğne batırılıyormuş veya çimdik atılıyormuş gibi arya söyleyen sopranoların çığlıkları tüylerimi diken diken eder ve her arya dinleyişimde ‘Bayburt Bayburt olalı böyle işkence görmedi’ diyen Bayburt’ lular aklıma gelir. Bir de Bayburt’u Viyana ile kardeş şehir yapmak için kan ter içinde çalışan bıyıklı bir belediye başkanı hayâlimde canlanır, onlar arya söylerlerken… ben kahkahalarla gülerim.

 MOZART’ I FENA KULLANIYORLAR 

Burada adım başında Mozart’ın resimleriyle karşılaşıyorsunuz, ancak bunlar bir konser ilanı değil. Dünyanın bu en ünlü Avusturya’ lısını biraz daha fazla çikolata satmak adına çok fena kullanıyorlar. Adını bir çikolataya vermişler. İşte, onların Mozartkugel, yani Mozart topları diye isimlendirdikleri bu çikolataların kutularının, paketlerinin üzerini onun o hep bilinen kırmızı ceketli, beyaz saçlı resmi süslüyor.

Mozart toplarının fındıklı, şam fıstıklı ve badem ezmeli olanları olduğu gibi, likörlüleri de var. Ben bunların özel bir tadına varamadım. Bu belki de  çikolataların birçok firma tarafından fabrikasyon şeklinde üretilmesindendir, çünkü bunların orijinalleri Salzburg’da Fürst pastanesinde el yapımı olarak imal edilirmiş, çok leziz olurmuş, amma fiyatları da çok pahalıymış.

SACHERTORTE’DE DE İŞ YOK

Avusturya mutfağı denince akla gelen tek şey şinitzel. Onun dışında buraya özgü bir yemek yok. Zaten, Viyana’ yı İtalyan, Çin, Hint, Türk restoranlar ve fast-foodçular götürüyor.

Şinitzelden başka bir de Sachertorte dedikleri bir tür pastaları var. Bir de hikayesi var ki, o da iyice ‘turistik’: 1832 yılında Viyanalı bir prens soylu konukları için özel bir tatlı yapılmasını emreder, ancak bu işi yapacak olan baş aşçı hasta yatmaktadır, Onun 16 yaşındaki yamağı Franz Sacher bu işi üstlenir ve üstelik yaptığı pasta da çok beğenilir. Sachertorte kelimesindeki Sacher yapan kişinin soyadıdır,  torte de almanca  pasta anlamına gelir.

Orijinal formülü sır gibi saklanan çikolatalı ve kayısı marmelatlı bu pasta krema ile yeniyor. Avusturya’lılar hiç kusura bakmasınlar, bu pastanın da bir özelliğini, güzelliğini göremedim. Nerde bizim tatlılar, pastalar, baklavalar…

Bizim memleket gibisi yok arkadaşlar, kıymetini bilelim. İnsan bunu ancak elin memleketine gittiğinde anlıyor.

Yazı için 2 yorum yapılmış:

  1. TURGAY ŞENEN dedi ki:

    DEĞERLİ HOCAM ,

    BU YAZI SİZİN GEZİNİZE AİT NOTLAR MI ?
    ÇOK HOŞ
    SEVGİYLE

  2. AhmetHKaraalp dedi ki:

    Merhaba hocam,
    Sizin gördüğünüz Türkler Avusturyalıların yapmaya ihtiyaç duymadığı işlerini yapan ausländer insanlar. Yerel ve ulusal karar alma süreçlerine katılamadıkları sürece önemli bir etkileri yok.
    Ayrıca Melih Gökçek namlı çapsız ve ahlaksız bir zatın söylediği “Ben böyle sanata tükürürüm’ lafına neye istinaden hak vermektesiniz?
    Selamlar, saygılar

Siz de yorumunuzu paylaşın: